Benim kuşağım olan çocuklar, bütün gün sokaklardaydı.
Akşam ezanı okunurken, ya da annelerimizin haydi eve çağrısıyla ancak eve girerlerdi.
Sofra kurulmuş büyükler oturmuş biz küçükleri bekler bulurduk. Bir azar işitir, önce el yüz yıkanır, öyle oturulurdu sıcacık aile sofralarına. Babaların bismillah komutuyla başlardı tadına doyulmaz anne kokulu yemeklere.
Her çocuğun diğer çocuklarla evraksız sözleşmesiydi sokaklar. Bu çocuklar gelecekte ki yaşamın birçok gerçeğini sokaklarda öğrenerek büyürlerdi.
İnsanlar birbirlerinden ne şüphe duyar, ne de eften püften işler için kavga ederlerdi. Çocuktur der geçiştirilirdi. Aileler, çocukları haklı bile olsa, ilk cezayı kendi çocuklarına verirlerdi. Komşuluk raconuydu.
Sanki doğuştan tanırdı birbirini anneler babalar. Kaldı ki bütün mahalleli!
Doğdukları yere benzer insanlar;
Başka kentlerden, kasabalardan, köylerden gelenler kendi yaşamlarını da yanlarında getirirlerdi yeni geldikleri kentlere.
Yaz akşamları, el emeği, göz nuru rengârenk motifli kilimlere oturulur, sıcak çaylar eşliğinde tadına doyulmaz sohbetler edilirdi.
Her mahallenin kendine göre bir yaşamsallığı vardı. Yazılı bir kural mıdır ? derseniz tabii ki hayır. Birlikte yaşama ve dayanışma kültürüydü. Ve çok anlamlıydı.
Dokunsan yıkılacak gibiydi evler, ama içinde sağlam onurlu insanlar yaşardı. Düşünce açlığını doyurmak; karın açlığını doyurmaktan daha değerli ve önemliydi.
Kimse kimsenin özelini ifşa etmezdi. İhtiyacı olan bir komşusuna elinde avucunda ne varsa verirdi, geri gelip gelmeyeceğini düşünmezdi bile.
Mahallede bir vefat olsa, bütün komşular imece usulü günlerce yemek taşırlardı taziye evine. Bu gün yaşadığımız hoyratlıklar asla olmazdı. Taziye evinin bütün işleri komşularca yapılırdı.
Bir delikanlı askere gitse, komşuları ve akrabaları sırayla yemek verir, ceplerine asker harçlığı koyarlardı. Asker uğurlamaları konvoy halinde yapılmaz, silah atılmazdı, havai fişekler patlatılmazdı. Günümüzde askerliğin özüne dokunuldu. “Parayı veren düdüğü çalar” oldu.
Babaların ayakkabıları delikti, mutfaktaki peynir zeytin gündelikti, ama hepsinin gözleri toktu.
Okula giden çocukların pasolarındaki vesikalık fotoğraflarını “Foto Arzum” Selahattin abi çekerdi. Karanlık odada asitli suda tab eder, kuruması için mandalla ipe tuttururdu. Üstüne üstlük düzeltme de yapardı.
Evler şimdiki gibi çok katlı değildi. Bir komşunun ışığı yanmasın, merak edilir ulak salınır kontrol edilirdi. Mahallelerde birinin derdi, diğerinde derdiydi. Sıkıntılara birlikte karşı konulur, yaslar birlikte tutulurdu.
Efendilik suskunluğun diğer adıydı, gözlerle konuşulurdu,
Düğünler mahallenin ortasında olur, düğün mahalli renk renk ampulle süslenirdi. Öyle şatafatlı salonlarda değildi.
Mevsim yaz ise limonatalar evlerde yapılırdı. Bütün kızlar gelin çiçekleri gibiydiler. Kozmetik ürünleri bu kadar kapatmamıştı sadeliklerini.
Filmler yazlık sinemalarda ay çekirdeği, Ankara gazozu eşliğinde seyredilirdi. Mahalleli akşam serinliğinde gruplar halinde bilet kuyruğuna girerlerdi yazlık sinemaların önünde.
Sarı sıcak yıllardaki o insanlar, siyah beyaz Yeşilçam filmlerindeki mahallelerde yaşayan yoksul ama onurlu insanların aynısıydı.
O insanlar hayat kavgasında durmadan koştular.
Omuz omuza şarkılar söylediler, mektuplar yazdılar.
Belki hayatlarında hiç balkon sefası bile yapmadılar?
Hiçbirinin özel otomobili, villası, yazlığı olmadı ama olanlardan daha mutlu yaşadılar.
Hak yemediler, tanrıyı kandırmaya çalışmadılar, yalan yere yemin etmediler.
Onlar sahip oldukları onurlarıyla aynı sofraları bölüştüler, mutluluğu bölüştüler, zahmetleri bölüştüler.
Ben onların şahidiyim. Onlar benim gördüğüm son kuşaktı.
Güzel ve iyi hatırlanmayı o çocuklar ve aileler kadar kimse hak etmedi?