Bu gazetedeki ilk yazımızı, ülkemizde uzun zamandan beri yaşanan sıkıntıların tek çözüm yolu
olarak gördüğümüz “TÜRK DEVRİMİ” kavramı üzerine yazdık ve ikinci yazımız da ise özellikle
“TÜRK ABC’si” konusunu ele aldık. Eğer daha önce okumadıysanız, bu yazıdan önce onları
okumanızın çok yararlı olacağını bildirmek isterim. Şimdi bu yazımızda da “DEVRİMLERİN
DOĞRU ANLAŞILMAMASI” konusunu işleyelim.
Büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından gerçekleştirilen Cumhuriyet devrimlerinin
gereği gibi anlaşılamamış olması Türk toplumunun en büyük kayıplarından biridir ve bugün
yaşanan sıkıntılarımız önemli ölçüde bu devrimlerin gereği gibi anlaşılamamış olmasından
kaynaklanmaktadır.
Bu “anlaşılmama” durumu her iki kutup için de aynen geçerlidir. Yani sadece Atatürk’e karşı
olanlar değil, kendisini Atatürkçü zannedenler tarafından da bu devrimlerin ruhu gereği gibi
anlaşılamamıştır. Atatürk’e karşı olanların bu devrimleri anlamamaları aslında anlaşılabilir bir
şey. Bir insandan, karşı olduğu bir şeyi doğru anlamasını nasıl bekleyebilirsiniz ki? Dolayısıyla
asıl problemli alan kendisini “Atatürkçü” olarak tanımlayanların bu devrimlerin ruhunu ve
amacını anlayamamış olmalarıdır. Atatürk için bu devrimler birer amaç değil, Türk toplumunu bir
yere ve bir konuma yükseltmek için düşünülmüş birer amaçtı ve dolayısıyla “bekçilik yapılması”
gereken değil, geliştirilmesi gereken alanlardı. Atatürk ömrü boyunca bu gerçeği ifade etti ama
bu husus çok az kişi tarafından gereği gibi anlaşılabildi.
Mesela “HİLAFETİN KALDIRILMASI” konusunu ele alalım. Atatürk’ün Cumhuriyet devrimleri ile
ulaşmak istediği hedefe temelden karşı olanlar doğal olarak ve hepsinden daha fazla bu devrimi
eleştirdiler. “Elde tutulan ve sahip olunan muazzam bir gücün gereksiz yere kaybedildiğini”
savundular. Cumhuriyet rejimi yerine Hilafet ve şeriat düzenini tercih edenlerin bu iddiaları
eşyanın tabiatı gereğidir ve bu sebeple anlaşılması daha kolaydır. Ama zaman zaman
Cumhuriyet taraftarları arasından da diğer tüm devrimleri onaylamasına rağmen bu fikre aynı
gerekçeyle katılanlar görülmüştür.
Onların bu yanılgısı ise tamamen bir tarihi bilgi noksanından kaynaklanıyor. Bunu iddia edenler
esasen Hilafetin İslam Dünyası üzerinde bir gücü ve tesiri olduğunu zannediyorlar ve büyük hata
da buradan kaynaklanıyor. Halbuki Hilafetin kaldırıldığı zaman itibariyle Halifelik Makamının
İslam Dünyası üzerinde hiçbir gücü ve tesiri kalmamıştı. Özellikle İstanbul’daki Hilafet Makamını
dikkate alan kimse yoktu. Yani İstanbul’daki Hilafet Makamından ayrı olarak Mısır’da, Irak’ta ve
hatta Hindistan’da ayrı ayrı Hilafet Makamları oluşmuştu. Dolayısıyla İstanbul’daki Hilafet
Makamının İslam Dünyasındaki diğer coğrafyalarda bir yaptırım gücü yoktu.
Bilgi noksanından kaynaklanan bu garip yanılgıya düşenler şöylesine basit bir soruyu bile
kendilerine sormayı akıl edemediler; “Hilafet Makamı bu kadar önemli idiyse, İstanbul’daki Halife
neden Türk-İslam Yurdu’nun Hristiyanlar tarafından işgaline karşı İslam ordularını direniş için
etrafına toplamadı da bu işi yoksul ve yorgun Anadolu halkının önüne düşen ve hem de Hilafet
Makamını ortadan kaldıran Mustafa Kemal yaptı?” Bu soruya verilecek dürüst bir cevap aslında
her şeyi daha iyi anlaşılır kılıyor.
Gereği gibi anlaşılamayan Cumhuriyet devrimlerine bir başka çarpıcı örnek “Harf Devrimi”dir.
Yıllardan beri bu devrim “harflerimiz değiştiği için daha önce yazılmış kitapları okuyamaz olduk
ve bir gecede cahil bir topluma dönüştük” şeklindeki garip bir iddia ile eleştirildi. Halbuki harf
devrimi yapıldığı zaman toplumdaki okuma-yazma oranı erkekler için % 7 (yüzde 7) ve kadınlar
için % 04 (Binde 4) olup toplumun ortalama okur-yazarlık oranı % 3 civarındaydı. Kaldı ki bu
oranlara toplumun Müslüman olmayan kesimleri de dahildir ve onlarda okuma-yazma oranının
daha yüksek olduğu düşünülürse Müslüman kesimde okuma-yazma oranının % 1’e yakın
olduğu anlaşılır. Bu okuma-yazma oranı ile kim neyi okuyacaktı da o gün okuyamaz oldu ve
cahil kaldılar!
Ayrıca mesele basit bir harf değişikliğinden ibaret değildir ve bunun böyle olmadığı yapılan işe
kanunla koyulan addan bellidir; “Yeni Türk harflerinin kabulü” (1 Kasım 1928) Yani konu, Arap
harflerinin atılıp, yerine Latin harflerinin konulması değildir. Esas mesele; Türk’ün ses dünyasına
uygun olmadığı gibi öğrenilmesi de son derecede zor olan karmaşık bir alfabenin terk edilip,
onun yerine Türk’ün ses yapısına daha uygun ve öğrenilmesi de daha kolay yeni bir Türk
ABC’sinin konulmasıdır. Nitekim bu harf devriminden sonra toplumdaki okuma-yazma oranı
olağanüstü bir hızla yükselmiş ve iddia edilenin tam tersine toplum kısa sürede eski cahilliğinden
kurtulmuştur. Bu konuda ayrıntılı bilgi için “TÜRK ABC’Sİ” başlıklı bir önceki yazımı okumanızı
tavsiye ederim.
Doğru anlaşılmayan devrimler konusuna son ve ilginç bir örnekle konuyu tamamlayalım:
“ŞAPKA DEVRİMİ”... Burada samimiyetle itiraf etmeliyim ki bu devrimin gerekip gerekmediğini
ben de çok uzun yıllar boyunca anlayamamıştım. Gençlik yıllarım boyunca kafamda bununla
ilgili deli sorular vardı... Çünkü; örneğin ben Atatürk’ün ölümünden sadece 13 yıl sonra doğmuş
olmama karşın, bizim doğup büyüdüğümüz yıllarda kimselerin şapka giydiği yoktu ve
dolayısıyla eğer bir süre sonra durum bu olacak idiyse o zaman bu devrime ne gerek vardı?
Şapka devriminin yapıldığı yıllarda başa bir şey giyilme durumu bugüne göre daha yaygın olsa
bile insanları tek tip ve yeni bir baş giyimi modeline zorlamanın ne gibi bir anlamı olabilirdi?
Yıllarca peşine düştüğüm bu sorularımın doğru cevabını 1993 yılında Kırgızistan
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak atanıp, görevime başlamak üzere Kırgısistan’ın başkenti
Bişkek’e gittiğimde buldum. Göreve başlamamın ertesi günü Cuma Namazı için Bişkek Merkez
Camisi’ne gitmiştim. Bişkek Merkez Camisi’ne ana kapıdan girerken birkaç basamakla
ayakkabılık bölümüne yükselirsiniz ve oradan yine birkaç basamak inerek namazı kılacağınız
zemine ulaşırsınız. İşte birkaç basamakla yükseldiğiniz ayakkabılık bölümünde iken cemaatin
olduğu zemine baktığınız zaman tüm cemaati biraz yukarıdan ve size arkaları dönük bir şekilde
topluca görme şansınız olur. Ben de işte o gün, orada bu şansı bulunca Atatürk’ün yaptığı şapka
devriminin anlamını ve gereğini kavradım.
Uzun yıllar boyunca Çarlık Rusya’sının ve Sovyet Rusya’nın yönetimi altında kalan Büyük
Türkistan coğrafyasında özellikle Sovyetler Birliği döneminde planlı bir şekilde Türk toplumu
Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Azeri gibi alt kimliklere ayrıştırılarak, bu kimliklerin pekiştirilmesi
için toplumların ekonomik ve sosyal hayatlarına pek çok müdahaleler yapılmıştı.
Bu cümleden olmak üzere Türk toplumunun giyim tarzına da müdahaleler olmuş ve yukarıda
sayılan alt kimliklerin her biri için karakteristik farklılıklar içeren baş giyimleri, hatta isimleri bile
(Kalpak, Papak, Takke, Tappe, Börk vb. şekillerde) farklılaştırılarak toplum hayatına ısrarla
yerleştirilmişti. İşte o an, Cami’deki cemaate üstten bakarken hiç birinin yüzünü görmediğim
halde kimin Kazak, kimin Özbek ve kimin Türkmen olduğunu sadece başlarındaki giyimlerden
anlamıştım ve Atatürk’ün şapka devrimini ne sebeple yaptığını böylece kavrama imkanı
bulmuştum.
Çünkü o yıllarda Türkiye’de de toplum bir takım tarikatlara mensubiyet sebebiyle birbirinden
ayrışmış ve her tarikatın kendine has baş giyimleri ile de bu ayrışma sembolize edilmişti. Yani
karşınızdaki insanın sadece baş giyimine bakarak onun hangi tarikata mensup olduğunu
anlamak mümkündü. Atatürk, şapka devrimi ile bu ayrışmanın sembollerini ortadan kaldırarak
Türk toplumunu tek parçada bir bütün haline getirmeyi amaçlamıştı. İşte bunu anladığınız
zaman şimdilerde Türk toplumunu yeniden 36 dilime ayırmaya çalışanların niyetlerini daha iyi
anlarsınız.
Atatürk tarafından gerçekleştirilen Cumhuriyet Devrimlerinin hiç birisi rastgele veya tesadüfen
yapılmış değildir. Bu devrimlerin tamamı, benliğinden, kimliğinden ve uygarlığından kopartılarak,
padişahın kulları konumuna indirgenmiş Türk toplumunu yeniden oluşturarak yüceltme
projesinin birer parçasıdır. Bunu kavramadan, bugün yaşanan sıkıntıları anlamak mümkün değildir.