Ali YILMAZ - Yazar - Program Yapımcı
Köşe Yazarı
Ali YILMAZ - Yazar - Program Yapımcı
 

İki Şehir Arasında

Ankara’dan İstanbul’a göçmek, iki farklı dünyada yaşamak gibiydi. Ankara’nın sakin, ağırbaşlı ve mesafeli sokaklarından, İstanbul’un kalabalık, kaotik ama bir o kadar da büyüleyici caddelerine adım attığımda içimde garip bir duygu vardı. Hüzün mü, heyecan mı, yoksa ikisinin garip bir karışımı mı? Emin olamıyordum. Başlangıçta İstanbul beni yuttu. Öyle ki, Kızılay’da iki adımda halledilecek işler için Mecidiyeköy’den Kadıköy’e gitmem gerektiğinde hayatı sorgular oldum. İstanbul’un mesafeleri uzun, yolları bilinmez, insanları aceleciydi. Otobüste birine “Burası Taksim mi?” diye sorsam, cevap almadan iki durak daha geçtiğimi fark ediyordum. Ankara’da olsa biri illa ki açıklama yapar, hatta inip tarif ederdi. Ama bir yandan da İstanbul’un sunduğu sürprizler vardı. Sabah simitçiden aldığım gevreği (Ankaralı olunca “gevrek” demek zor gelir) deniz kenarında martılarla paylaşmak, gece Galata’da yürürken hiç beklemediğim bir sokak müzisyeninin türküleriyle hüzünlenmek, Kadıköy’de eski kitapçıların arasına dalıp zamanın nasıl geçtiğini unutmak… Bunlar Ankara’da yoktu. Tabii özlemler de vardı. Mesela Ankara’nın kuru ayazı, İstanbul’un nemli havasından daha katlanılabilirdi. Burada kış da garipti. Kar yağsa bile hemen eriyor, çamura karışıyordu. Bir de insanın köklendiği yerden kopması kolay değildi. Kızılay’da simitçiyle selamlaşmayı, Ulus’ta aynı çay ocağında oturmayı, Güvenpark’ta yürümeyi özlüyordum. Zamanla İstanbul bana kendini sevdirmeye başladı. Ankara’dan gelen ciddi ve mesafeli halim, İstanbul’un kaosuna karışıp esnedi. Artık bir yere yetişmek için metroda sağda durmayı, Beşiktaş’ta bir balıkçının yerini sormadan bulmayı, vapurda çay alırken sıraya kaynak yapanları görmezden gelmeyi öğrenmiştim. Yine de bazı akşamlar olurdu ki, İstanbul’un her şeyine rağmen kendimi Kocatepe’nin önünde, Dost Kitabevi’nin rafları arasında ya da Gençlik Parkı’nda dolaşıyor gibi hissederdim. Sonra fark ettim ki, insan nereye giderse gitsin, aslında içindeki şehirden hiçbir zaman tam anlamıyla kopamazmış. İki şehir arasında sıkışıp kalmış gibi hissetsem de sonunda anladım: Ankara benim köklerimdi, İstanbul ise rüzgarım. İkisi de bendim.
Ekleme Tarihi: 18 Mart 2025 - Salı

İki Şehir Arasında

Ankara’dan İstanbul’a göçmek, iki farklı dünyada yaşamak gibiydi. Ankara’nın sakin, ağırbaşlı ve mesafeli sokaklarından, İstanbul’un kalabalık, kaotik ama bir o kadar da büyüleyici caddelerine adım attığımda içimde garip bir duygu vardı. Hüzün mü, heyecan mı, yoksa ikisinin garip bir karışımı mı? Emin olamıyordum.

Başlangıçta İstanbul beni yuttu. Öyle ki, Kızılay’da iki adımda halledilecek işler için Mecidiyeköy’den Kadıköy’e gitmem gerektiğinde hayatı sorgular oldum. İstanbul’un mesafeleri uzun, yolları bilinmez, insanları aceleciydi. Otobüste birine “Burası Taksim mi?” diye sorsam, cevap almadan iki durak daha geçtiğimi fark ediyordum. Ankara’da olsa biri illa ki açıklama yapar, hatta inip tarif ederdi.

Ama bir yandan da İstanbul’un sunduğu sürprizler vardı. Sabah simitçiden aldığım gevreği (Ankaralı olunca “gevrek” demek zor gelir) deniz kenarında martılarla paylaşmak, gece Galata’da yürürken hiç beklemediğim bir sokak müzisyeninin türküleriyle hüzünlenmek, Kadıköy’de eski kitapçıların arasına dalıp zamanın nasıl geçtiğini unutmak… Bunlar Ankara’da yoktu.

Tabii özlemler de vardı. Mesela Ankara’nın kuru ayazı, İstanbul’un nemli havasından daha katlanılabilirdi. Burada kış da garipti. Kar yağsa bile hemen eriyor, çamura karışıyordu. Bir de insanın köklendiği yerden kopması kolay değildi. Kızılay’da simitçiyle selamlaşmayı, Ulus’ta aynı çay ocağında oturmayı, Güvenpark’ta yürümeyi özlüyordum.

Zamanla İstanbul bana kendini sevdirmeye başladı. Ankara’dan gelen ciddi ve mesafeli halim, İstanbul’un kaosuna karışıp esnedi. Artık bir yere yetişmek için metroda sağda durmayı, Beşiktaş’ta bir balıkçının yerini sormadan bulmayı, vapurda çay alırken sıraya kaynak yapanları görmezden gelmeyi öğrenmiştim.

Yine de bazı akşamlar olurdu ki, İstanbul’un her şeyine rağmen kendimi Kocatepe’nin önünde, Dost Kitabevi’nin rafları arasında ya da Gençlik Parkı’nda dolaşıyor gibi hissederdim. Sonra fark ettim ki, insan nereye giderse gitsin, aslında içindeki şehirden hiçbir zaman tam anlamıyla kopamazmış.

İki şehir arasında sıkışıp kalmış gibi hissetsem de sonunda anladım: Ankara benim köklerimdi, İstanbul ise rüzgarım. İkisi de bendim.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.