Ulus Gazetesinin yazar kadrosuna katılmaktan çok mutlu oldum ve gurur duydum. Cumhuriyetimizin bu güzide kurumunda ben de edebiyat yazılarıyla edebiyat severlere ulaşmak istiyorum.
Yazılarıma Ege Bölgesi’nden Truva şehrinden başladım. Önce Homer, sonra Virgil, sonra da Dante ile devam etmeyi planlıyorum.
Gelin, Ege Bölgesi’nin üç bin yıl önceki halini hayal edelim birlikte, tertemiz ışıl ışıl suları, denizdeki yelkenlileri, kıyıdaki incir ağaçlarını, zeytinlikleri, üzüm asmalarını… Güzel uzun elbiseler giymiş alımlı kadınları, güçlü kuvvetli savaşçı erkekleri…
Deniz yolculuğu bakımından sanırım Ege avantajlı bir yerdi, hâlâ da öyle. Ilıman iklimi ve denizin içindeki yüzlerce adasıyla- açık denizlere yelken açmaya oranla- daha güvenliydi. Hiç olmazsa gemiciler yakınlarda bir adayı ya görüyorlar ya da varlığını biliyorlardı. Adadan adaya ve iki kıyı arasında seyahat ediyorlar, alış-veriş yapıyorlar, haber alıp, haber götürüyorlardı.
Misafirperverlik önemliydi buralarda. Gelene “kimsin, necisin?” demeden, ikramda bulunulur, rahat ettirilirdi. Ancak misafirin karnı doyduktan sonra, ailesinin kim olduğu, nereli oldukları, ne iş yaptıkları hakkında sorular sorulurdu. Her gelene eşit derecede saygı gösterildiğini belirtmek içindi bu adetler.
Gecenin geç saatlerinde sohbetler açılır, hikayeler anlatılırdı. Bu hikayeler önemliydi çünkü bugünkü gibi kitle iletişim araçları, telefon, televizyon, gazete, kitap yoktu. İnsanlar birbirlerinden öğreniyorlardı ne öğreniyorlarsa. Hafızaları da kuvvetliydi. Duyduğunuzu hatırlamanız gerekiyordu. Okuma yazmanız yoksa, not alma imkânınız da yoktu.
Şarkılar, şiirler söyleniyor, saz çalınıyordu. Böylelikle o hikayeler daha iyi akılda kalıyordu. Hikayeler anlatılırken tekrarlar yapılıyordu. Belki birinin başladığı hikâyeye bir başka adada, aynı müzikle, aynı tempoyla, aynı kafiye sistemiyle ilaveler yapılıyordu.
Anlatıla anlatıla hikayeler büyüyor, efsane oluyordu. Dilden dile, nesilden nesile geçiyordu. Taa ki Homer zamanına gelene kadar. Homer bu hikayeleri kaleme aldı (veya o kompoze etti başkası yazdı). Aynı dönemde Yunan alfabesi de oluşturuldu. Daha evvelki Linear A ve Linear B denilen yazı sistemleri geliştirildi alfabe haline geldi.
Bu hikayeler kollektifti, zaten vardı Truva efsaneleri ama Homer ile birlikte şiir halinde yazılmış oldu. Tabii Homer hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz sadece İlyada ve Odyseus Destanlarının Dünya Edebiyatındaki önemi ve burada geçen konuların daha sonraki yapıtlarda da yer alması, bir örnek teşkil etmesi.
İlyada Destanı, Truva Savaşı’nın onuncu yılında başlar. Dokuzuncu yıl bitmiş onuncu yıla girilmiştir. Bundan evvelki olayları okuyucunun (veya dinleyicinin) bildiği sayılır.
Paris’in Helen’in, Aşil’in Hektor’un kim olduğu zaten daha önceki efsanelerden bilinmektedir. Truva Savaşı diye bir olayın olduğu da bilinmektedir, bu savaşa Paris’in Isparta Kralı Menelaos’un eşi Helen’i kaçırmasının sebep olduğu da.
Paris, tanrıçalar arasında yapılan güzellik yarışmasında Afrodit’i seçince, Afrodit’ten onu vaat ettiği gibi “dünyanın en güzel kadınıyla” tanıştırmasını istemiştir. Bu kadının Sparta Kraliçesi Helen olduğunu öğrenmesiyle birlikte, Helen’in evli oluşuna aldırmadan Sparta’ya gitmiş, aileyle dost olmuş, sonra bir kolayını bulup Helen’i kaçırmıştı.
Kendi kimliğini, Truva Kralı Priam’ın oğlu olduğunu da öğrenmişti. Ailesi onu ve eşi Helen’i saraya kabul etmişti. Ancak mutlulukları fazla uzun sürmedi. Menelaos ve kardeşi Agamemnon ordu toplayıp, Truva’ya Helen’i almaya geldiler…