Arzu Kök - Şair ve Yazar
Köşe Yazarı
Arzu Kök - Şair ve Yazar
 

İnsan Hakları…

Günümüzde tanımladığımız İnsan hakları ve yasalar, insanlığın yaşadığı nice savaşların, yoksullukların, felaketlerin ardından, ağır bedeller ödenerek tekrar kazanılan hakların belge haline gelmesi ile oluşmuştur. Bu bakımdan, insan onurunu taçlandıran, insana ilişkin hakları kalıcılaştıran belgelerin, bildirilerin, sözleşmelerin arkasında yaşanmış nice felaketler, katliamlar, kan, acı ve gözyaşı vardır. Bu anlamda düşünülecek olursa, demokrasi ve özgürlük savaşımının kazanımlarını yazan Anayasalar için ‘Bu anayasa insan derisiyle kaplıdır’ dersek yanılgı olmayacaktır ki bu söz Paris Louvre Müzesi'nde bulunan 1789 Anayasasının kapağında yazılıdır. Her felsefi akımla birlikte devlet yapılanmalarında farklı tanımlamalar da gelişmiştir. Ancak hangi tanımlamayı ele alırsak alalım Devlet, yönetimi altındaki bireylerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirmek, onları uygulamak ve genişletmekle yükümlüdür. Devletin insan haklarına yasal olmayan müdahalelerde bulunmaması gerektiği bir yana, bu hakları koruması da devletlerin yükümlülükleri arasındadır. Bu konudaki uygulamalar ise o devletin niteliğini ve gelişmişlik düzeyinin kıstası olarak görülür. “Konfüçyüs, öğrencileriyle birlikte Thai Dağı’nın eteklerinde gezinirken, ağlayan bir kadın görür. Öğrencilerinden biri (Tze-Lu) kadına neden ağladığını sorar. Kadın – Çok acı çekiyorum. Bu çevrede bir kaplan var. Önce kaynatamı parçalayıp yedi. Sonra kocamı. Şimdi de oğlumu öldürdü, der. Konfüçyüs – Öyleyse, niçin bir başka yere gitmiyorsun? diye sorar. Kadın şu ilginç yanıtı verir - Çünkü burada insanlara baskı yapan bir devlet yok. O zaman Konfüçyüs öğrencilerine şunları söyler; Kadıncağız haklı. Bunu asla unutmayınız ki, baskı yapan devletler, kaplanlardan daha korkunçtur.” İnsan hakları adına kolektif bir bilinç oluşturulmadığı, koruma ve denetim mekanizmaları devreye girmediği sürece bu belgelerin hayata geçirilmesi çok zordur. Ancak, bu yazılı belgelere işlerlik kazandırılamadıkça “İnsan, haklarıyla insandır…” özdeyişi popüler söylemden öteye gitmeyecektir. Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi. Her ülkeye, her yönetim türüne göre değişik uygulamalar olması son derece doğaldır, ancak ülkeye göre insan hakları diye bir şey söz konusu bile olamaz. Hakların toplumsal işlevselliği ancak, çok yönlü eğitimle, birey olma bilincinin oluşturulması ile mümkündür. Temel insani değerlerin korunup geliştirilmesi, bu eğitimin her alanda yaygınlaştırılmasına bağlıdır. “Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsenmesi dünyayı cennete dönüştürebilir.” der B. Russell Türkiye’nin insan hakları konusunda en büyük açmazı, insan haklarının aşırı derecede politize edilmesinden kaynaklanan algısal bir tepkidir. Özellikle son yıllarda yönetim, bu hakların, rejime karşı dışarıdan ithal edildiği algısıyla hareket etmiş, bu hakları adeta bir öcü gibi görmüşlerdir. Oysa insan haklarının standartları; ithal değil, aksine insan olmanın neticesidir. Yani insan hakları; marjinal, soyut, yaşamın dışında, biraz da kökü dışarıda bir ideoloji değildir. Böyle düşünüldüğü sürece de bu ülkede insan haklarından bahsetmek zor görünüyor. İnsan haklarının Türkiye özelinde depolitize edilmesi, normalleştirilmesi gerekmektedir.  “Türkiye’de imkânsız.” diyenleri duyar gibiyim. Ancak bilmelisiniz ki imkânsız diye bir şey yoktur. Evet şu sıralar o hakların tümü ayaklar altına alınmış, hatta “İnsan Hakları Anıtı” bile tutuklanmış olabilir ama mutlaka bir çıkış yolu vardır. Pes etmek, kendimizi imkânsızlığa odaklamak yerine, salim kafayla düşünüp bir çözüm bulmak ve bu uğurda mücadele etmek daha doğru değil midir? Gerekirse bu beyannameyi yeniden yazmalıyız. Açıkçası daha fazla yazıp sizleri yormak yerine, bu yasalardan ve değerli bilim insanlarının söyleyişlerinden örnekler vermek ve belki bir fikir oluşturur düşüncesiyle çekilmek istiyorum.  “Hakların bilincinde olmak diğerini görebilmektir. Diğerinin kendisi olduğunu kavrayabilmektir.” (Mim’den seçmeler VII) “İnsan varlığı dokunulmazdır. Her insan, yaşamına ve kişi bütünlüğüne saygı gösterilmesi konusunda hak sahibidir. Hiç kimse bu hakkından keyfi olarak yoksun bırakılamaz…” (Afrikalı Halkların İnsan Hakları Şartı, Madde-4) “İnsanın menfaatleri ve refahı, bilim veya toplumun menfaatlerinin üstünde tutulacaktır…” (Biyoloji ve Tıbbın uygulanması bakımından insan hakları ve insan haysiyetinin korunması sözleşmesi tasarısı)  “Hiç kimse edimde bulunarak veya gerektiği durumlarda müdahaleden kaçınarak insan haklarının ve temel özgürlüklerin ihlaline katılamaz; kimse bu hak ve özgürlüklerin ihlalini reddettiği için cezalandırılamaz ve tedirgin edilemez…” (İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi, Madde- 10) “Haksızlık etmemek, övünmeye değmez, asal olan onu akıldan bile geçirmemektir.” (Demokritos) Binlerce yıldır sorunlarımızı başka bir yere kaydırıyoruz veya başka bir zamana erteliyoruz ve bunun adına da ‘çözüm’ diyoruz. Sadece ellerimize güvenebildiğimiz Taş Devri’nde yetersiz olan bizler, nükleer enerjiye ve internete sahip olduğumuz bu dijital çağda dahi öyleyiz. Artık bu güçsüzlüğümüzün sebebini belirlemenin zamanı geldi…” (Prof. Stefano E. D.’Anna, İkarus’un Yolu) “…Yasalar gelip geçicidir. Suç kavramı da göreceli bir kavramdır. Toplumların gelişimine göre dün suç sayılan, bugün suç olmaktan çıkabilir. Düne göre yasadışı sayılan, bugün ulusal onuru temsil eder hale gelebilir. Kaldı ki, tarih bilinci içinde arkamıza baktığımızda, adalet tarihinin adli hatalara da tanıklık ettiğini görürüz. Baldıran zehrini içmeden önce öğrencilerinden biri Sokrates’e şöyle seslenir: “Sizi suçsuz yere öldürüyorlar”. Büyük düşünür öğrencisini bir soruyla şöyle yanıtlar: “Suçlu yere öldürselerdi daha mı iyi olurdu? “Yargının hükmü Sokrat’ı, onu ölüme mahkûm eden beş yüz üç yargıcı ise, doğanın hükmü, ölüme mahkûm eder. Yüzyıllar akar gider… Günümüzde, o yargıçlar meclisini kimse anmaz, ama Sokrat’ın yüzü insanlığa gülümser. Sonuçta, kendisini bugüne taşıyabilenlerin, insanlığın gerçek sözcüleri olduğunu öğrenmiş oluruz.” (Av. Veysel Gültaş, Affet Bizi Zeytin Ağacı.) Sorunlarımızın daha nice yıllarca ötelenmemesi adına cesurca çözümler üretmek, üretmeniz dileğiyle...
Ekleme Tarihi: 04 Aralık 2024 - Çarşamba

İnsan Hakları…

Günümüzde tanımladığımız İnsan hakları ve yasalar, insanlığın yaşadığı nice savaşların, yoksullukların, felaketlerin ardından, ağır bedeller ödenerek tekrar kazanılan hakların belge haline gelmesi ile oluşmuştur. Bu bakımdan, insan onurunu taçlandıran, insana ilişkin hakları kalıcılaştıran belgelerin, bildirilerin, sözleşmelerin arkasında yaşanmış nice felaketler, katliamlar, kan, acı ve gözyaşı vardır. Bu anlamda düşünülecek olursa, demokrasi ve özgürlük savaşımının kazanımlarını yazan Anayasalar için ‘Bu anayasa insan derisiyle kaplıdır’ dersek yanılgı olmayacaktır ki bu söz Paris Louvre Müzesi'nde bulunan 1789 Anayasasının kapağında yazılıdır.

Her felsefi akımla birlikte devlet yapılanmalarında farklı tanımlamalar da gelişmiştir. Ancak hangi tanımlamayı ele alırsak alalım Devlet, yönetimi altındaki bireylerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirmek, onları uygulamak ve genişletmekle yükümlüdür. Devletin insan haklarına yasal olmayan müdahalelerde bulunmaması gerektiği bir yana, bu hakları koruması da devletlerin yükümlülükleri arasındadır. Bu konudaki uygulamalar ise o devletin niteliğini ve gelişmişlik düzeyinin kıstası olarak görülür.

“Konfüçyüs, öğrencileriyle birlikte Thai Dağı’nın eteklerinde gezinirken, ağlayan bir kadın görür. Öğrencilerinden biri (Tze-Lu) kadına neden ağladığını sorar.

Kadın

– Çok acı çekiyorum. Bu çevrede bir kaplan var. Önce kaynatamı parçalayıp yedi. Sonra kocamı. Şimdi de oğlumu öldürdü, der.

Konfüçyüs

– Öyleyse, niçin bir başka yere gitmiyorsun? diye sorar.

Kadın şu ilginç yanıtı verir

- Çünkü burada insanlara baskı yapan bir devlet yok.

O zaman Konfüçyüs öğrencilerine şunları söyler; Kadıncağız haklı. Bunu asla unutmayınız ki, baskı yapan devletler, kaplanlardan daha korkunçtur.”

İnsan hakları adına kolektif bir bilinç oluşturulmadığı, koruma ve denetim mekanizmaları devreye girmediği sürece bu belgelerin hayata geçirilmesi çok zordur. Ancak, bu yazılı belgelere işlerlik kazandırılamadıkça “İnsan, haklarıyla insandır…” özdeyişi popüler söylemden öteye gitmeyecektir. Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi.

Her ülkeye, her yönetim türüne göre değişik uygulamalar olması son derece doğaldır, ancak ülkeye göre insan hakları diye bir şey söz konusu bile olamaz. Hakların toplumsal işlevselliği ancak, çok yönlü eğitimle, birey olma bilincinin oluşturulması ile mümkündür. Temel insani değerlerin korunup geliştirilmesi, bu eğitimin her alanda yaygınlaştırılmasına bağlıdır.

“Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsenmesi dünyayı cennete dönüştürebilir.” der B. Russell

Türkiye’nin insan hakları konusunda en büyük açmazı, insan haklarının aşırı derecede politize edilmesinden kaynaklanan algısal bir tepkidir. Özellikle son yıllarda yönetim, bu hakların, rejime karşı dışarıdan ithal edildiği algısıyla hareket etmiş, bu hakları adeta bir öcü gibi görmüşlerdir. Oysa insan haklarının standartları; ithal değil, aksine insan olmanın neticesidir. Yani insan hakları; marjinal, soyut, yaşamın dışında, biraz da kökü dışarıda bir ideoloji değildir. Böyle düşünüldüğü sürece de bu ülkede insan haklarından bahsetmek zor görünüyor. İnsan haklarının Türkiye özelinde depolitize edilmesi, normalleştirilmesi gerekmektedir. 

“Türkiye’de imkânsız.” diyenleri duyar gibiyim. Ancak bilmelisiniz ki imkânsız diye bir şey yoktur. Evet şu sıralar o hakların tümü ayaklar altına alınmış, hatta “İnsan Hakları Anıtı” bile tutuklanmış olabilir ama mutlaka bir çıkış yolu vardır. Pes etmek, kendimizi imkânsızlığa odaklamak yerine, salim kafayla düşünüp bir çözüm bulmak ve bu uğurda mücadele etmek daha doğru değil midir? Gerekirse bu beyannameyi yeniden yazmalıyız. Açıkçası daha fazla yazıp sizleri yormak yerine, bu yasalardan ve değerli bilim insanlarının söyleyişlerinden örnekler vermek ve belki bir fikir oluşturur düşüncesiyle çekilmek istiyorum.

 “Hakların bilincinde olmak diğerini görebilmektir. Diğerinin kendisi olduğunu kavrayabilmektir.” (Mim’den seçmeler VII)

“İnsan varlığı dokunulmazdır. Her insan, yaşamına ve kişi bütünlüğüne saygı gösterilmesi konusunda hak sahibidir. Hiç kimse bu hakkından keyfi olarak yoksun bırakılamaz…” (Afrikalı Halkların İnsan Hakları Şartı, Madde-4)

“İnsanın menfaatleri ve refahı, bilim veya toplumun menfaatlerinin üstünde tutulacaktır…” (Biyoloji ve Tıbbın uygulanması bakımından insan hakları ve insan haysiyetinin korunması sözleşmesi tasarısı)

 “Hiç kimse edimde bulunarak veya gerektiği durumlarda müdahaleden kaçınarak insan haklarının ve temel özgürlüklerin ihlaline katılamaz; kimse bu hak ve özgürlüklerin ihlalini reddettiği için cezalandırılamaz ve tedirgin edilemez…” (İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi, Madde- 10)

“Haksızlık etmemek, övünmeye değmez, asal olan onu akıldan bile geçirmemektir.” (Demokritos)

Binlerce yıldır sorunlarımızı başka bir yere kaydırıyoruz veya başka bir zamana erteliyoruz ve bunun adına da ‘çözüm’ diyoruz. Sadece ellerimize güvenebildiğimiz Taş Devri’nde yetersiz olan bizler, nükleer enerjiye ve internete sahip olduğumuz bu dijital çağda dahi öyleyiz. Artık bu güçsüzlüğümüzün sebebini belirlemenin zamanı geldi…” (Prof. Stefano E. D.’Anna, İkarus’un Yolu)

“…Yasalar gelip geçicidir. Suç kavramı da göreceli bir kavramdır. Toplumların gelişimine göre dün suç sayılan, bugün suç olmaktan çıkabilir. Düne göre yasadışı sayılan, bugün ulusal onuru temsil eder hale gelebilir. Kaldı ki, tarih bilinci içinde arkamıza baktığımızda, adalet tarihinin adli hatalara da tanıklık ettiğini görürüz. Baldıran zehrini içmeden önce öğrencilerinden biri Sokrates’e şöyle seslenir: “Sizi suçsuz yere öldürüyorlar”. Büyük düşünür öğrencisini bir soruyla şöyle yanıtlar: “Suçlu yere öldürselerdi daha mı iyi olurdu? “Yargının hükmü Sokrat’ı, onu ölüme mahkûm eden beş yüz üç yargıcı ise, doğanın hükmü, ölüme mahkûm eder. Yüzyıllar akar gider… Günümüzde, o yargıçlar meclisini kimse anmaz, ama Sokrat’ın yüzü insanlığa gülümser. Sonuçta, kendisini bugüne taşıyabilenlerin, insanlığın gerçek sözcüleri olduğunu öğrenmiş oluruz.” (Av. Veysel Gültaş, Affet Bizi Zeytin Ağacı.)

Sorunlarımızın daha nice yıllarca ötelenmemesi adına cesurca çözümler üretmek, üretmeniz dileğiyle...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.