“Bugün zengin olsaydım kendimi suçlardım. Fakat hiçbir şeyim yok, her şeyi çarçur ettim, bu beni biraz avutuyor ve yaptıklarımı haklı çıkartıyor.” Tarihin en şöhretli çapkınına aittir bu sözler. Govanni Giacomo Casanova!... Görünüşte yalnızca serserice bir söylemi çağrıştırsa da, Casanova’nın sözleri; içten içe ekonomik bir denklemin ilham kaynağı olur.
Kapitalizm, mümkün olduğunca geniş ve derin bir alanı "maddi normlara indirgeme" veya "maddi ölçülere göre tanımlama" sistemi olarak, düşünce ve hissetme biçimlerine kadar işleyebilmiştir. Gücü (ve zayıflığı), bu basitliğinden geliyor. Virüs gibi… İlkel, değişken ve belli kişilere/kurumlara indirgenemeyen bir özelliğe sahip… Bunun özgün/benzersiz yanı, her şeyin ama her şeyin paraya/ekonomiye endekslenmesi özelliğidir. Kapitalizm ekonomi merkezli haliyle tarihte benzersiz bir ayrıcalık göstermektedir. Bu nedenledir ki kapitalizmde kalıcı duyguya yer yoktur.
İnsanı bir tür yüce mutluluk duygusuyla dolduran özel bir durumdur aşk... Aşk mutluluğunun, bir başka kişiye bağlı olarak gerçekleştiği, aşkın, başka birliğinin varlığı şartına odaklıdır. Aşk, insan beyninin en eski ikinci katmanıyla ilgili bir hal/durum olduğundan; insanoğlunun ve insan kızının milyonla ifade edilebilecek bir süreden beri birbirine aşık olabildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
“Aşık olmak ikili bir kolektif hareketin doğuş durumudur. Aşk, günlük yaşamı dönüştürmeye yönelik bir devrimdir. Aşk, gündelik yaşamın tekdüzeliğine karşı çıkmaktır”. Bu cümleleri yazan sosyoloji profesörü Francesco Alberoni aşk için ” faklı olanı birlileştirirken birlikte olanı ayıran bir güçtür” demiş.
Cemal Süreya, bir aşk şiirinde “ah şimdi benim gözlerim / bir ağlamaktı tutturmuş gidiyor” derken giden aşkın açısına iç çeker, ancak Turgut Uyar yetişir arkadan: “her zaman yazılır aşk şiiri / çünkü aşk yazılgandır.” Yani aşk diyalektiktir, küllerinden yeniden doğar başka bir mecrada. E zaten Neruda da söyler: “böyle olmalı aşk kuşatan, genel, üzgün, müthiş; yıldızlar gibi çiçek açan, bir öpüş kadar ölçüsüz.” Bilincin değişik aşamalarında aşık oluruz, tıpkı bozkırdaki bir Şaman gibi farklı alemlerde dolaşırız. Hayyam haklıdır: “Perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben.”
Bertrand Russell, ‘Aylaklığa Övgü’ kitabında kapitalizmin insanı, aylak olma ulviyetinden mahrum bıraktığını savunur. Bu, bireyin işleyen bir düzen içindeki basit bir çark dişlisine indirgenmesine ve yaratıcılığının gitgide ölmesine neden olur. Sombart ise tersi bir yaklaşımla, aylaklığın ve tensel zevklerin rehavetinin; kapitalizmin gelişimine dolaylı katkı yaptığını iddia eder. Max Weber’de; dünya hayatında yapılan çalışmanın, diğer hayatta cenneti getireceğini savlayan ahlak yaklaşımı nasıl kapitalizmi güdüleyen bir teori olarak ortaya çıktıysa, Werner Sombart’ta da kapitalizmi güdüleyen şey, işte bu aşk ve lüks tutkusudur.
Lüksü, “gayrimeşru aşkın meşru çocuğu” şeklinde tanımlayan Sombart, aşkın doğası gereği gayrimeşru olduğunun üzerinde durur. Bu aynı zamanda aşkın dünyevileşmesi anlamına da gelir. Ona göre ortaçağ düşünüşü, zoraki bir gayretle aşkı meşru düzeyde tutmaya çalışır:
“Ortaçağ Avrupası, tıpkı bütün beşeri edimlerde olduğu gibi, cinsler arasındaki evrensel aşk fenomenini de daha yüksek bir varlığın: Tanrı’nın hizmetine memur etmiştir. İster dünyevi aşk duygularının doğrudan dinsel takdise ulaşması ve uhrevi ereklere yönelmesi biçiminde olsun (Meryem kültüründe olduğu gibi), ya da isterse aşk; kurumsal olarak bağlanmış ve kendisini bağlayan kurum da (evlilik) ilahi ve kutsi bir düzenleme olarak benimsenmiş olsun. Tanrı tarafından kutsanmış ya da kurumsal bağları olmayan bütün fertler-arası aşklar “günah” damgası ile dağlanmıştır.”
Toplumsal yapının özel mülkiyet kökenine dayandığı, insan ilişkilerinin metalaşmış ilişkiler üzerine kurulduğu bir sistemde gerçekten aşk olabilir mi? Bir sevgilimiz olduğunda hissettiğimiz, kendimizi amaçsızlığın sonunda ve belki çoğalma güdüsüyle bize uygun görülen birine bağlanmak mıdır? Bu bağlar seçim yaparken içinde bulunduğumuz yaşama koşullarının getirdiği baskıya bakılarak, birbirimize hiç vakit ayıramadan, hediyelerle ne kadar sürdürülebilir? Bizim dilediğimiz zamanda ve mekânda özgürlük… Bu ise sosyalizmde var. Kapitalizmde aşk paradır. Parasız, gerçek, özgür aşk onun işine gelmez çünkü kapitalizm, değerli kabul ettiğimiz tüm kavramlar üzerinden çıkar elde etmeye çalışır.
Günümüzde aşkı çağrıştıran, kullanan ve doğrudan tüketici kültürüyle ilişkili bir sektör var. Bu sektörün adı reklam sektörü. Aşkla ilişki kurularak, "bu mal mutluluğunuzun şartıdır" diye, ne kadar çok ürünün pazarlanmaya çalışıldığını bir düşünürsek, bu alanın ne kadar önemli bir kısmının aşk duygusunu ticari hale getirdiğini de görebiliriz. Aşk, şartlı mutluluğun kişiye özel en kutsal ve güzel halidir. Ama sadece şartlı bir mutluluk anlayışının hâkim olduğu kapitalist yaşam biçiminde tüketici zihniyeti, doğrudan aşk çağrıştıran bazı adetler bile uydurarak, insanın bu önemli mutluluk türünü kendi tüketim kültürüne entegre etmeye çalışmıştır ve bunda kısmen başarılı da olmuştur. Ve aşkla ilgili bu tüketici adetlerinin bazıları inanılamayacak kadar yenidir. En yeni olanları 'Tek taş yüzük' mesela veya 'Sevgililer günü hediyesi' gibi konulardır. Biraz daha eski olanlar, 'Sevgiliyle şampanya-havyar', 'Evlilik ve yaş günü hediyeleri', 'Sevgiliyi ilk yemeğe götürmeler', 'Sinemaya gitmeler' gibi -doğrudan tüketicilikle ve parayla ilgili olan konuları hemen anımsayacaklardır. Ama sevdiklerimizi mutlu etmemizin parayla-pulla alakalı olmadığını ve sistemin aşka para üzerinden nasıl müdahil olduğunu bilmeli ve anlatmalıyız sürekli.
Kimine göre de ‘Aşk bitti.’ Böylesi bir sistemin hâkim olduğu dünyada aşk diye bir şey kalmaz görüşünde çoğu insan. Peki aşk hiç biter mi gerçekten? Bitmez! Hani şarkıda diyor ya: “Yırtık bir afişte / Buruk bir gülüşte / Dağılmış yürüyüşte…” Aşk kalır! Aşk, Gezi’de öpüşmekte, kavgada buluşmakta, ellerdeki pankartlarda, emekçilerin grevindedir... Ama aşkı savunmak uzun soluklu bir devrimdir… Politikacılar, hükümetler, ülkeler gelip geçer, aşkın asıl hedefi gericilik, sömürü, yabancılaşma dolu sistemin hem sosyal hem de iktisadi boyutudur! Aşkın mücadelesi, mutsuz eder genelde insanı. Tam da şiirdeki gibi: “Ama iki şey vardır / aşk ve şiir; mutsuzlukla beslenir biri, biri ona dönüşür.”Biz yine de Aragon gibi: “Mutlu aşk yoktur ama / böyledir ikimizin aşkı da…”