Tarih boyunca yabancı/Batılı toplumların gözünde Türk toplumu “Öteki” olarak görülmüştür. Bakıldığında bunun pek çok nedeni vardır. Ama “Ötekileştirmenin” en önemli nedeni, Batılılar Türk toplumunu tanımaya çalışmadan, genellikle her dönemde toplumsal önyargılarla, tahminlerle, genellemelerle ve kendi beklentileri doğrusunda görmeyi ve betimlemeyi yeğlemişlerdir. Bunun sonucunda da birçok olumsuz imgenin oluşmasına neden olmuşlardır (Barbar Türk, Cahil Türk, Tembel Türk, vb.).
Avrupalı toplumların toplumumuzu bu şekilde “Ötekileştirmesi” ve gerçeği yansıtmayan imgeler oluşturmaları hepimizi çok yaralayan ve tepki göstermemize neden olan bir durumdur. Örneğin; ülkemizin uzun yıllardır Avrupa Birliğine girmeye çalıştığını ve her seferinde haklı veya haksız çeşitli kriterler nedeniyle buna muvaffak olamadığını hepimiz biliyoruz. Haklı veya haksız dememin en önemli sebebi, ülkemizle kriterler yönünden çok benzeyen Yunanistan’ın altı yıl süren müzakere süreci ardından Ocak 1981 yılında AB’ye üye olması gibi pek çok örneğin bulunmasıdır.
Tabi bu uzun soluklu AB süreci toplumumuzun her bir ferdini yaralayan ve üzen bir olaydır. Genellikle herkes bunun nedeninin Batılıların Türkleri kendilerinden olmadıkları ve Müslüman oldukları için aralarına almak istemediklerini düşünmektedir. Bu konuyla ilgili pek çok şey söylenebilir, pek çok bilimsel açıklama yapılabilir. Fakat benim bu girişi yapma nedenim, bu konuyu irdelemek değil, kendi toplumumuzdaki “Ötekileştirmeyi” gözler önüne sermektir.
Batılıların toplumumuzu “Ötekileştirmesi” hepimizi derinden yaralayıp üzerken ve bu konuda tek vücut ve ses olabilirken, maalesef kendi içimizde farkına vararak veya varmayarak biz de birbirimizi “Ötekileştiriyoruz”. Nasıl mı? İnsanları, insan oldukları için sevmek, anlamak, tanımak yerine; gruplara, ırklara, mezheplere, hatta kadın-erkek oluşlarına göre ayırarak ötekileştiriyoruz.
Günümüzde bu “Ötekileştirme” öyle bir noktaya gelmiş durumda ki; Avrupalıların yaptığı gibi önyargılarla, genellemelerle yüzyıllardır aynı topraklar üzerinden yaşadığımız, bir karış toprağımızı kaybetmemek, bayrağımızı gönlerden indirmemek için omuz omuza savaştığımız, beraber ağladığımız, beraber güldüğümüz hatta beraber can verdiğimiz kardeşlerimizi, yani kendi insanlarımızı “Ötekileştirerek” düşman haline getiriyoruz.
Bugün Kürt deyince çoğu insan PKK Terör Örgütüyle bağdaştırıyor. Hâlbuki yıllardır söz konusu Terör Örgütünden en çok Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürt kökenli halk zarar görmüştür. Veya mezhebi nedeniyle dışlanan hatta yakılan, öldürülen insanların konu edildiği pek çok olaya bu topraklar tanıklık etmiştir. Veya yalnızca kadın olduğu ve daha fazla kocasının, babasının, abisinin zulmüne dayanamadığı için veya yalnızca şort giydiği, kısa etek giydiği veya karşı taraf tarafından kıyafeti abes görüldüğü için işkence edilen, öldürülen kadın hikâyeleri de artık alışılmış olaylar haline gelmiştir. Veya sırf dış görünüşüne bakıp dindarlığı veya dinsizliği konusunda birbirini yaftalamak olağan bir durum haline gelmiştir. Şimdi hepimiz bu satırları okurken okuduğumuz, seyrettiğimiz, duyduğumuz veya tanık olduğumuz olayları anımsıyoruz.
Peki, biz ki; “Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalpli olmayı, herkesle güzel ilişkiler kurmayı, insanlara eziyet vermekten kaçınmayı, insanların kusurlarını örtmeyi, değişik halk sınıfları ile makamlarına göre sohbet edip ilişki kurmayı, merhamet etmeyi, şefkatli, hayırsever olmayı” ve bunun gibi pek çok emirle insanları birleştiren yüce bir dine sahip olan bizler ne zaman bu hale geldik?
Komşusu açken tok yatmayan milletimize ne oldu? İslamiyet’ten önce de, sonra da son derece yüce, insan ve doğa sevgisiyle dolu bir milletken bu hale gelmeyi içimize dindirebilir miyiz?
Rengi, ırkı, dini, mezhebi, düşünceleri farklı diye bir insanı tanımadan ona zulmü veya ölümü reva görebilir miyiz?
İslamiyet’ten önce kadın ve erkeği eşit gören bir milletken, İslamiyet’le birlikte “Cennet annelerin ayaklarının altındadır” inancıyla yaşayan insanlarken, bugün bize ne oldu?
“Gel, gel ne olursan ol yine gel, ister kafir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel, bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel” diyen Mevlana’nın torunları olan bizler neden ve nasıl böyle olduk?
Bizlerin bir an önce kendimize gelip özümüze dönmemiz gerekir. Aksi takdirde, Batılıların bizim ve Topraklarımız üzerindeki amellerini gerçekleştirmeleri için topa, tüfeğe, ihtiyaçları olmayacaktır.
Biz ki; yokluk içinde vatanımızı kurtarmak için tek yumruk olmuş, vatanı ve bayrağı namus sayan yüce bir milletin fertleriyiz, atalarımızın kanlarıyla suladıkları bu vatan bizim vatanımız ve bizim başka vatanımız yok.
Kıssadan hisse; atalarımızın emaneti olan vatanımızı ve bayrağımızı ilelebet yaşatmak ve korumak istiyorsak, birbirimizi “Ötekileştirmek”, yok etmeye çalışmak yerine anlamaya ve sevmeye çalışmalıyız. Ayrıştırıcı değil birleştirici olmalıyız. Bunu yapmak için kılavuza ihtiyacımız olursa da kulaktan dolma hikâyelere, şehir efsanelerine başvurmak yerine yukarıda da bahsettiğim gibi milli ve dini kaynaklarımıza başvurmamız yeterli olacaktır.
Unutmayalım ki, farklılıklar bir toplumun ilerlemesini sağlayan en önemli unsurlardan biridir.
Sağlıcakla kalalım ve bir arada tek yumruk yaşayalım…