İslamiyet’ten önceki çeşitli Türk Devletlerinde kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduğunu hepimiz biliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de İslamiyet’in kabulüyle gerileyen kadın hakları 19. Yüzyıl ortalarından itibaren Batı etkisiyle tekrar gündeme gelmiştir. Batı etkisiyle gündeme gelmesine karşın, Türk Kadını haklarına birçok Batılı ülke kadınlardan daha önce sahip olmuştur.
Türk kadını 1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce Belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma, ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanınmıştır. Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı ise 5 Aralık 1934’te Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile tanındı. Yani Türkiye’de kadınlar seçme ve seçilme hakkını İsviçreli kadınlardan 36, Fransız kadınlardan 11, Belçikalılardan 14 yıl önce elde etmişlerdir.
Ancak bugün ülkemizde kadınlar, Anayasayla kendilerine tanınan geniş haklara rağmen birçok ciddi sorunla baş başalar. Çeşitli bölgelerde kız çocukları hala eğitim-öğretim imkânlarından mahrum bırakıldığı gibi, çocuk yaşta evlendirilebiliyor. Kadınlar çalışma hakkından mahrum bırakılabiliyor, İş yerinde mobbing, ayrımcılık ve gelir adaletsizliği ile karşı karşıya kalabiliyor. Yani bugün kadınlara pozitif ayrımcılık yapmamıza gerek yok, sadece aileleri, eşleri, işverenleri tarafından Anayasayla kendilerine verilen hakları kullanmalarına izin verilmesi yeterli olacaktır.
Ancak bugünkü yazımda diğer bir önemli sorun olan aile içi fiziksel ve psikolojik şiddet ve zorbalığa dikkat çekmek istiyorum. Maalesef ülkemizde aile içi şiddet ve zorbalık son hız devam ediyor.
Neredeyse her gün kadına yönelik şiddet haberlerini ya ana haber bültenlerinden ya da çevremizden duyuyoruz, ancak kadınlarımızı koruyamıyoruz. Var olan yasalar veya uygulamalar maalesef yeterli olamıyor. Şiddet uygulayan eşlere uzaklaştırmalar belli süreliğine veriliyor, sonra tekrar aynı şiddet kadın ölene kadar devam ediyor. Ancak kadın öldürüldüğünde şiddet uygulayanlar cezaevine uzun süreliğine giriyor. Bu durumda da iş işten geçmiş oluyor.
Yakın zamanda daha önceden tanıdığım S.K. adlı bir kadınla hastanede karşılaştım. S.K. kocasından gördüğü şiddet nedeniyle yoğun bakımda kalmış. Eşine uzaklaştırma verilmiş ancak karşılaştığımızda uzaklaştırma süresinin dolmasına 1 hafta kaldığını söyledi. Neden ailesinin yanına veya kadın sığınma evine gitmediğini sorduğumda, ailesinin evine gitmeyi denediğini fakat ailesini ve kendi çocuğunu ölümle tehdit edince geri dönmek zorunda kaldığını söyledi. Kadın sığıma evine de 14 yaşında, eğitim çağındaki çocuğunu bırakamadığından gidemediğini söyledi. Zira adam kendi çocuğuna da zarar verecek bir adam olduğundan, çaresiz bir şekilde o evde kalmak zorunda olduğunu belirtti. Daha sonra da S.K.’yı ne gördüm ne de ulaşabildim. Bu nedenle benim (çok istememe rağmen hiçbir şey yapamamanın çaresizliği) ve S.K’nın çaresizliğini paylaşmak ve bu kanayan yaraya dikkat çekmek istedim.
Márquez, “Kırmızı Pazartesi” isimli romanında herkesin haberdar olduğu ama kimsenin bir şey söylemeyip, engel olmadığı bir namus cinayetini konu eder. Sonunda cinayet işlenir ama herkes “üzgündür”. Kadın cinayetlerinin özeti de budur aslında; insanlar doğruyu bilmediğinden değil, gereği o ya da bu nedenle tam anlamıyla yapılamadığından bu acılar son bulamıyor.