Aile dendiğinde; sevgi, saygı, destek gibi sağlıklı ilişkiler akla gelmelidir. Ancak son yıllarda maalesef ülkemizde aile bağlarının ne denli zayıfladığına tanıklık ediyoruz. Geleneksel aile değerlerinin yerini bireysel çıkarlar aldı ve bu da sevgisizlik ve duygusuzluğu artırdı. Bencillik, bireylerin birbirleriyle olan bağlarını o denli zayıflatıyor ki, insanlar kendi çıkarları söz konusuysa hiç kimseyi gözü görmüyor. Tabii ki bunu genelleştirmiyorum. Genele yayılmasın da, bu son derece tehlikeli bir durum.
Ancak, gün geçmiyor ki, bu da olmaz dediğimiz olaylar oluyor. Narin Güran olayı, Türkiye’deki aile ilişkilerinin bozulmasını ve bu durumun bireyler üzerindeki etkilerini derinlemesine gözler önüne sermiştir. Bu çıkarlar her neyse, 8 yaşındaki bir çocuk birinci derece aile fertleri tarafından yok edildi. Hatta ölüsüne dahi saygı gösterilmeden bir çuvala konulup üzerine taşlar yığıldı, sonra da gidip deliller karartıldı. Üstelik nedeni belli olmasa da, şüpheliler en yakınları; anne, kardeş, amca...
Bugün sabah kuşağında rastladığım bir olay, bir kez daha bu kadar da olur mu? Dedirtti. 18 yıl önce Kastamonu'da kaybolan Hatice M.’nin oğlu Aydın M., annesini öldürmekten tutuklandı. O dönem çocuklarıyla annesinin evine yerleşen oğul, annesinin odasını boşaltıp kendileri yerleşince kavga çıkıyor ve kadın bu olaydan sonra kayboluyor. Annesinin kaybını örtbas etmek için hiç utanmadan, annem bir adama kaçtı, zaten annem para karşılığı erkeklerle birlikte oluyordu gibi söylemlerde bulunuyor. Bu nasıl bir utanmazlıktır, inanamadım. Kendi çıkarı için annesini gözden çıkaran, bu da yetmezmiş gibi annesine çirkin ithamlarda bulunan bir evlat nasıl olabilir?
Bu olay bana Albert Camus'un "Yabancı" adlı eserinin başkahramanı Meursault’yu çağrıştırdı. Annesinin ölüm haberini alan Meursault; “Bugün anne öldü.” Yani yakınlık ifade eden “Annem” kelimesi kullanmadığı gibi, duygudan yoksun bir şekilde “öldü” kelimesini kullanıyor. Meursault, annesinin ölümü karşısında gösterdiği kayıtsızlıkla, aile bağlarının önemini sorgular. Bu kayıtsızlık, bireysel çıkarların ve bencilliğin ön plana çıktığı bir yaşam tarzını temsil eder. Ailevi yükümlülüklerin hiçe sayılması, insanın kendine dönük bir varoluş sergilemesine yol açar.
Camus, Meursault'un karakteri aracılığıyla, modern insanın yabancılaşmasını ve toplumsal normlara karşı duyarsızlığını vurgular. Aile bağlarının güçsüzleşmesi, bireylerin yalnızlaşmasına ve içsel bir boşluk hissetmesine neden olur. Bu bağlamda, Camus’un eseri, bencilliğin ve yozlaşmış ilişkilerin bireyin kimliği üzerindeki etkilerini sorgulayan derin bir analiz sunar.
Geriye dönüp bakınca, nereden nereye geldik dememek elde değil.
1934 yılında Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale'ye gelen ve burada ölen işgal güçleri askerlerinin yakınlarına şu şekilde seslenmişti; "Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz”.
Düşmana bile merhamet gösteren bir toplumdan, kendi çıkarı için gözü hiçbir şey görmeyen insanlara…
Modern yaşamın getirdiği hızlı değişimler, şehirleşme ve ekonomik zorluklar, sosyal medya ve dijital iletişim araçları aile bireylerinin birbirinden uzaklaşmasına, duygusal bağların zayıflamasına neden olabilir, ama bu insana özgü içgüdüsel duygularımızı nasıl yok edebiliyor?
Çok acil bu bağların yeniden güçlendirilmesi, aile değerlerinin yeniden canlandırılması lazım. İnsanların yeniden vicdan, ahlak, merhamet, sevgi, saygıyı hatırlaması ve empati duygusunu güçlendirerek anlayışı ön planda tutması gerekir. Yoksa topa, tüfeğe gerek kalmadan kendimizi yok edeceğiz. Kendi canından olana acımayan, vatanına milletine mi acıyacak?