Son zamanlarda sık sık duyduğumuz bir söylem var, o da şu: “dış politikaya bakışta bazı çevreler bugün hala gelişmeleri soğuk savaş döneminin kavramlarıyla açıklamaya çalışıyorlar, dolayısıyla zamanın ruhunu kaçırıyorlar. Oysa işler artık eskisi gibi değil. Çok şey değişti! Dış politikayı bu değişimin ışığında okumak lazım artık!”
Uluslararası ilişkilerde yirminci yüzyılın sonunda ve yirmi birinci yüzyılın başında yaşanan üç önemli olay dünyayı etkiledi ve bilinen kavramlara bu şekilde küçümser bir bakış açısının gelişmesine yol açtı. İlki Sovyetler Birliği’nin dağılması (1991) ikincisi New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne yani İkiz Kulelere yapılan saldırı (2001), üçüncüsü de “Arap baharı” diye anılan Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da baş gösteren halk hareketleridir (2011).
Sovyetler Birliği’nin yıkılması soğuk savaşın sonu olmakla kalmadı, aynı zamanda çift kutuplu dünya sisteminin de ortadan kalkmasına yol açtı. Kısa bir süre yaşanan suni tek kutuplu dönem şimdi çok aktörlü, çok faktörlü, çok kutuplu fakat artan biçimde de çoğulcu bir sisteme doğru evriliyor. Bu önemli bir dönüşüm ve dış politikanın geleneksel kalıplarını da doğal olarak zorluyor.
İkiz kuleler saldırısı uluslararası sisteme ulus devlet aktörlerine ek olarak hükümet dışı aktörlerin de etkin şekilde katılması sonucunu doğurdu. Bunlar çoğunlukla terör ve silahlı mücadele yöntemini seçen örgüt veya kuruluşlar. Ancak dünya bu kuruluşların nitelikleri hakkında hemfikir değil. Kimilerinin “terörist” olarak gördüğü bu tür kuruluşları kimileri de “özgürlük savaşçısı” olarak tanımlayabiliyorlar. Yine de kabul edilmesi gereken bir durum var ki o da bu aktörlerin artık muhatap alınıyor olmaları. Kendileriyle gizli veya açık görüşmeler yapılabiliyor, bazıları bu görüşme ve müzakere sonucunda siyasileşmeye başlıyorlar ve meşruiyetlerini kabul ettiriyorlar, bazıları ise dağılıyor, yok oluyor veya bölünüyor, çoğalıyor, hatta belki daha da radikalleşiyorlar.
Arap baharı diye adlandırılan olay ise bu ikinci gelişmenin üzerine geldi ve yeni aktörlerin durumdan vazife çıkararak etkinliklerini artırmaları sonucu iç savaşlara, artan adaletsizliklere ve hukuksuzluklara, bunun sonucu olarak da terörün yaygınlaşmasına, dünya tarihinde görülmemiş bir göç ve mülteci sorununa yol açtı.
Şimdi, çok kısaca özetlenen bu gelişmelerin dış politikayı değiştirmemesi mümkün mü? Elbette değil. Ama dış politika ilkelere ve hukuka saygı esası içinde süren bir uğraş olursa o değişim de makul, kabul edilebilir ve meşru olur. Aksi takdirde fantezi ve savrulmalarla sürdürülen bir meşguliyetten öteye geçmez. Kimsenin dış politikayı bu tür “zamanın ruhu” esintileriyle değiştirmeye hakkı yoktur, olmamalıdır.
Yeni dönemin temel özelliklerinden biri de devletlerin çeşitli kavramlar etrafında bir araya gelerek bölgesel ve hatta küresel düzeyde etki odakları oluşturmaları. İşte dış politikanın değiştiği savıyla dünyaya bakan kimi çevreler de eski kurum ve kuruluşların artık güncelliklerini yitirdiğini ileri sürerek bu yeni oluşumların peşinden koşmanın haklılığını benimsetmeye çalışan bir uğraş içine giriyorlar. Bu uğraşı nedense son yirmi yıldır adeta bir kimlik bunalımına girdiği algısını giderek artıran Türkiye en çarpıcı şekilde yaşıyor. Türkiye’nin dış politika söylemlerinde öyle çarpıcı ifadelerle karşılaştık ki, Türkiye “eksen kayması” ile suçlandı, AB üyeliği hedefini sorgulamaya başladığı ileri sürüldü, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne, BRICS’e üye olacağı dile getirildi, NATO’dan çıkacağı iddia edildi. Oysa temel bir olguyu gözden kaçırmamak gerekiyor. Dünya hala gizli bir çift kutupluluk içinde ve bu iki kutup birbirinden rol çalmaya, diğerini zayıflatmaya, güvenlik sorunlarıyla uğraştırmaya çalışıyor. Böyle bir mücadelenin sürdüğü bir ortamda laf olsun diye “dış politika değiştirme”ye çalışmanın ise tahmin edilemeyecek kadar vahim sonuçları olabileceğini görmek gerekiyor.
Dış politikasında gerçek dönüşüm sağlamayı yirminci yüzyılın sonunda SSCB’nin yıkılması ertesinde başarıyla gerçekleştiren Türkiye’ye haksızlık etmeyelim. Bu dönüşümü Türkiye’nin küresel düzeydeki etkinliğini artıracak biçimde kullanmaya odaklanmak varken, yönümüzü şaşırmayalım. Gelecek hafta bu konuyu işlemeye devam edeceğim.