Geçen hafta sorduğumuz bu soruyu tekrarlayarak başlayalım. Türkiye’nin dış politikası, temel ilkelerinden uzaklaşmaksızın, zaman içinde uluslararası alandaki gelişmeler nedeniyle dönüşüm ve değişim geçirmiştir. Bu değişim yöntemseldir. Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün izlediği dış politika, yeni kurulan, savaştan çıkmış, demografik ve ekonomik yıkım geçirmiş bir ülkenin topraklarının güvenliğini pekiştirici bir devlet anlayışına dayalıydı. Bu nedenle yakın çevrede kurulan pakt ve ittifaklarla bir güvenlik çemberi oluşturmak hedefleniyordu.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde ise, dış politika Türkiye’nin çok partili rejime geçişiyle birlikte demokratik ilkelere dayalı dünya sistemi ile bütünleşmeyi hedefleyen, bu amaçla kurulan uluslararası örgütlerle kah kurucu kah üye olarak bütünleşmeye giden, içine kapanıklılıktan çok taraflı diplomasiye yönelen bir dönüşüm geçirdi. Bu değişimde uluslararası hukuka, uluslararası ilişkilerin temel ilke ve prensiplerine hiç bir şekilde meydan okunmadığı gibi, aksine bu unsurlara daha çok sarılan ve sahip çıkan bir çizgi izlenmekteydi.
SSCB’nin yıkılması ve soğuk savaşın ardından oluşan yeni konjonktür Türkiye’nin dış politikasındaki en önemli yöntemsel değişikliği getirmiştir. Türkiye ön alan, öncelik belirleyen, proaktif bir dış politika uygulamasıyla bir bölgesel güç olarak sağlam bir duruş sergilemiş ve küresel değişikliklere en hızlı uyumu sağlayan ülkelerden biri olmuştur. Nasıl olmasın ki? Soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye’nin yanı başındaki ve çevresindeki siyasi coğrafya değişmiştir. Kafkasya’da tek ülke ile komşu iken komşu sayısı üç, Karadeniz’de ise üç iken altı olmuştur.
Yirminci yüzyılın son yıllarında Türkiye’nin izlediği dış politika ile Orta Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan ülkelere uzanılmış, Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirveleri, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci, Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu gibi inisiyatifler ile bu siyasi coğrafya değişikliğine yönelik dış politika hamleleri yapılmıştır. Yöntemsel olarak değişen bu proaktif dış politika uygulaması yine temel uluslararası hukuk ilkeleriyle uyum içinde olmuştur.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın Suriye ile ilişkilerimiz hakkında son olarak yaptığı açıklamalar doğal olarak büyük dikkat çekti. Kimi çevrelerde bu “değişiklik” anlatılırken “Türkiye’nin dış politikasında değişikliğe örnek” olarak gösterilmek istenebilir. Dikkatli olalım, bu bir değişiklik değil normalleşmedir. Asıl değişiklik iktidarın Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’nin sürdürdüğü çizgiden uzaklaşarak Suriye’de rejim ve yönetim değişikliğini hedefleyen uygulamalarıyla olmuştu. Dış politika çizgisi, bu yazının başından itibaren vurgulamaya çalıştığım temel ilkelere, uluslararası hukuka meydan okumak olarak yorumlanabilen değişikliklere doğru kaydığında, yanlış hesap bir yerlerden dönüyor. Fincancı katırlarını ürkütmeksizin, buna normalleşme adını vermek uygun olur.
Bu bağlamda, Suriye ile normalleşmenin doğru yol olduğunu düşünüyorum. Hatta buna geç bile kalındı. 2018-2023 yılları arasında Suriye’ye yönelik olarak izlenen politikanın doğru olmadığını savunan muhalefetin ne kadar haklı olduğu şimdi ortaya çıkıyor. O dönemde muhalefeti suçlayan iktidarın bugün doğruyu görmesi Türkiye’nin önemli bir dış politika kazanımı olacaktır.
Lakin, dış politikada bir yandan normalleşme olurken bir yandan da “değişme” peşinde koşmanın doğurabileceği tehlikeleri ve çoğulcu uluslararası ortama uyum sağlarken atılacak adımları ölçülü atmak gerektiğini unutmamak gerekiyor. Buna da gelecek hafta bakalım.