Son iki haftadır bu köşede kaleme aldığım yazılarda dış politikada değişim konusuna değinmiştim. Dış politika, ilkelere ve uluslararası hukuka saygı esası içinde sürdürülen bir uğraştır. Bu çerçevede hareket edilerek, dış politikada değişen uluslararası konjonktürün gereği olan bir takım uyarlamalar yapılabilir. Örneğin, Türkiye'nin dış politikasında uluslararası ortamda gerçekleşen olaylara tepki gösterilen "reaksiyoner" bir uygulama yerine, olayların yarattığı koşulları dikkatle değerlendirip ileriye dönük olarak ön alan, "proaktif" dış politika uygulaması 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra başlamıştır. Türkiye, belki de SSCB'nin yıkılması ertesinde en hızlı ve rasyonel tedbirleri almış, önerilerde bulunmuş, bölgesel işbirliği düzenlemeleri oluşturulmasında inisiyatif sahibi olmuştur. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİÖ) böyle bir girişimin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Karadeniz havzası ve bitişik bölgesindeki ülkeler arasında ekonomik işbirliğini amaçlayan KEİÖ bir uluslararası bölgesel kuruluştur. Kurulma aşamasında Türkiye ve Yunanistan gibi iki NATO üyesi ülke ile eski Varşova Paktı ve eski SSCB üyesi ülkeleri ve Balkan ülkelerini bir araya getirmiş, üstelik Yunanistan bir AB üyesi olduğu halde hiç bir çıkar çatışması olmaksızın bütün bu değişik arka plana sahip ülkeler kurucu üye olarak KEİÖ'ye katılmışlardır. Bu insiyatif Türkiye'nin dış politikasında önemli bir gelişim olarak görülebilir ancak genel olarak Cumhuriyet döneminde izlenen dış politika çizgisinde bir değişim olarak görülmesi yanıltıcı olur. Türkiye bu adımla geleneksel batı yönelimli dış politikasını güçlendirmiş, bölgesel bir aktör olarak bu politikasını destekleyen, genişleten ve tamamlayan bir vizyon geliştirmiştir.
AKP iktidarı ile birlikte, Türkiye birçok bölgesel ve daha geniş çerçeveli kuruluşlarla ilişkiler geliştirme yoluna gitti. Bu ilişkiler mutlaka üyelik olarak gerçekleşmek zorunda değildir. Dış politikaya köklü bir değişiklik getirmeyecek şekilde bazı kuruluşlara üye olunabildiği gibi, bazı kuruluşlarla da diyalog ortağı, gözlemci gibi statülerle ilişkiler geliştirilebilir. Türkiye'nin İslam İşbirliği Örgütü üyesi olması ve bu örgüt içinde son derece faal bir rol oynaması önemlidir. Aynı şekilde Arap Ligi, Körfez İşbirliği Konseyi, Afrika Birliği gibi kuruluşlarla ilişkilerimizin geliştirilmesi de önemlidir. Bir ülkenin değişik bölgesel kuruluşlarla ilişki içinde olması uluslararası ekonomik ve siyasal temas ağını genişleten bir olgudur. Nitekim, Türkiye herhangi bir çıkar çatışmasına sebep olmayan üyeliklere de sahiptir. Bir yandan AB üyeliği için aday ülke olarak (bugün her ne kadar durmuşsa da) müzakereler yürütme hakkına sahip olan Türkiye, bir yandan da tamamen farklı bir coğrafyada Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'na (EİT) üyedir.
Günümüzde uluslararası sistemin en önemli özelliklerinden biri giderek artan değişik boyuttaki kutup ve odaklardan oluşan birçok kutupluluğun yanı sıra, artan işbirliği oluşumlarının da yarattığı çoğulcu bir yapının yaygınlaşmasıdır. Bu yapıya çoğulcu demekteki kastımız aslında bu yeni oluşum ve odakların birer "kutup" olarak anılamamasından kaynaklanıyor. Örneğin, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS gibi oluşumlar bu çoğulcu yapının aktörleri olarak faaliyet gösteriyorlar. ŞİÖ bir kutup değil, ayrıca soğuk savaş döneminde görülen NATO-Varşova Paktı gibi ikili bir kutuplaşmanın unsuru olarak da algılanmıyor. Bununla birlikte, belli bir coğrafyada belli ortak çıkarları paylaşan ülkelerin üye oldukları bir kuruluş olarak görülüyor. Coğrafya yayılımı oldukça geniş olduğu için bir bölgesel örgüt olarak da kabul edilmesi güçleşiyor.
Benzer bir durum BRICS ülkeleri için de geçerli. Bu ülkeler de dünyanın farklı bölgelerinde bulunmalarına rağmen belli konularda tespit ettikleri ortak çıkarları gözetmek maksadıyla oluşturdukları bu kuruluş üzerinden grup halinde önemli bir uluslararası aktör olarak etkinliklerini hissettiriyorlar.
Bu çoğulcu yapıya rağmen, dünyada hala üstü kapalı bir kutuplaşmanın olduğunu da yadsıyamayız. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte kısa bir dönem ABD'nin tek başına güçlü bir kutup olarak kaldığı algısı ve bu döneme "tek kutupluluk" olarak bakılması başta Rusya ve Çin olmak üzere bir çok ülkenin bu gelişmeye karşı çıkmalarına yol açtı. Rusya ve Çin, tek kutuplu dünya sistemine karşı ABD ile diğer batı ülkelerinin aralarında oluşturdukları yakınlaşmayı dengelemek ve uluslararası sistemin çok kutuplu olmasını sağlamak için çaba gösteriyorlar. ŞİÖ ve BRICS'in temel özelliklerinden biri de işte bu şekilde batılı ülkelerin dengelenmesini amaçlamaları.
Türkiye ekonomik açıdan yeni pazarlara açılım hedefleyen, ihracatını artırarak büyümeyi amaçlayan bir politika izliyor. Nitekim, Türkiye'nin ŞİÖ üyesi ülkelere olan ihracatı pandemi öncesi 2019 yılında 14,1 milyar dolar olarak gerçekleşmişken, 2023 yılında bu rakamın 26,1 milyar dolara yükselmesi dikkat çekici bir gelişme. Bu rakam Türkiye'nin ihracatının yüzde 10'unu oluşturuyor. BRICS ülkelerine olan ihracatımız ise 2022 yılında 17 milyar dolar olarak gerçekleşti ve bu rakam da toplam ihracatımızın yüzde 6,7'sini oluşturuyor. Yine de unutmamak gerekiyor ki, Türkiye'nin ihracatında ilk sıra AB'nin. 2022 yılında AB ülkelerine olan ihracatımız 103,1 milyar dolar ile toplam ihracatımızın yüzde 40,6'sını oluşturdu.
Son zamanlarda Türkiye'nin BRICS ve ŞİÖ'ye gösterdiği ilgi tüm dünyanın dikkatini çekiyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın Moskova'da BRICS+ toplantısına katılması ve Türkiye'nin üye olmasının Çin ve Rusya tarafından desteklendiğini belirterek bu grubu AB'ye bir alternatif olarak gördüğünü dile getirmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Kazakistan'da yapılan ŞİÖ zirvesinde Türkiye'nin bu örgütte diyalog ortağı olmayı değil örgütün üyesi olmayı istediğini belirtti.
Bu iki kuruluşa üye olmak gerçek bir dış politika değişikliği olur. Oysa Türkiye her iki grupla da ekonomik ve ticari ilişkilerini mevcut statüsü üzerinden, diyalog ortağı, gözlemci gibi sıfatlarla pek ala sürdürebiliyor ve ticaretini artırabiliyor. Üyelik ise başka bir boyut. Türkiye'nin kendi dış politikasında izlediği birçok konuda farklı düşünceye sahip olan bu kuruluşların diğer üyeleriyle siyasi bir fikir birliğine sahip olduğunu ileri sürmek çok zor. Kaldı ki, önemli üst düzey toplantılarından sonra yayımlanan ortak bildirilerinde dile getirdikleri bazı ifadelerin altına Türkiye'nin imza atabilmesi de çok zor. Türkiye'nin yabancı dış yatırımlara en çok talip olduğu bir dönemde bu tür söylemlerle yatırım kaynaklarını ürkütmesine ve caydırmasına ise hiç ihtiyacı yok.