DURUŞ - Ünal Çeviköz - E.Büyükelçi-TBMM 27.Dönem Milletvekili
Köşe Yazarı
DURUŞ - Ünal Çeviköz - E.Büyükelçi-TBMM 27.Dönem Milletvekili
 

NETANYAHU’NUN SAVAŞI

İsrail’in Lübnan’da Hizbullah lideri Nasrullah’ı öldürmesiyle birlikte Ortadoğu savaşı yeni bir safhaya girdi. Eylül ayının ortasından itibaren dikkatle hazırlanan bir senaryonun uygulanmakta olduğunu gözlemliyoruz. Hizbullah’ın önce çağrı cihazlarının sonra telsizlerinin siber saldırıya uğraması, ya da bomba gibi kullanılarak patlatılması suretiyle yüzlerce Hizbullah militanının ölümüne veya yaralanmasına yol açılması çok güçlü bir istihbarat eylemi. Bu eylemin ardından Nasrullah’ın öldürülmesi ise İsrail’in gözünün ne kadar kara olduğunu gösteriyor. Gelişmelerin bu şekilde tırmanmasının ardında bir çok sebep var. 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın İsrail’e yaptığı saldırı, hem içeride hem dışarıda, İsrail’in güvenlik ve istihbarat zaafı içinde olduğu görüşlerinin yaygın şekilde dile getirilmesine yol açmıştı. Dolayısıyla, zaten yıllardır zayıf destek ve çeşitli tavizlerle ayakta kalmaya çalışan Netanyahu hükümeti için ciddi bir imaj kaybı oluşmuştu. Netanyahu birinci hedefini bu düşüncelerin doğru olmadığını göstermek, İsrail’in teknoloji, askeri güç, istihbarat ve mukabele imkanlarının sağlam  olduğunu kanıtlamak olarak belirledi. “Güçlü İsrail” imajı Gazze’de 40000’in üzerinde sivilin hayatına mal oldu, Lübnan’da ise bir hafta içinde can kayıplarının sayısı bine yaklaştı. Bu katliamlar tüm dünyada şiddetle kınansa da, hatta içeride Netanyahu aleyhinde gösterilere yol açsa da, hükümet yerinde duruyor. Gazze savaşını meşru olarak gösterme çabaları bir yandan rehineleri kurtarma hedefine dayandırılırken, bir yandan da Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in güvenliği için zorunlu olduğu görüşüyle destekleniyor. Bu zihniyet Lübnan’da Hizbullah’a yönelik operasyonların başlatılmasında da kullanılıyor ve İsrail’in kuzeyini aylardır füze yağmuruna tutan Hizbullah’ın da aynı Hamas gibi durdurulması gerektiği anlatılıyor. Bu şekilde tarif edilen “meşruiyet”in İsrail içinde alıcısının çok olduğu anlaşılıyor. Dışarıda ise İsrail diplomasisi bu tezleri yaymaya ve kabul ettirmeye çalışıyor. İsrail, tüm eleştirilere rağmen, başta ABD olmak üzere, bazı batı ülkelerinin desteğini arkasında hissettiği için eylemlerine devam etmekte bir engel görmüyor. Netanyahu Temmuz ayının sonunda Vaşington’a yaptığı ziyaret sırasında ABD Kongresine hitap ederken aslında dikkatli bir kamu diplomasisi yönetimi de yaptı. Savaşı bir İsrail-Filistin savaşı olarak değil, teröre ve radikal islamcı örgütlere karşı bir mücadele olarak takdim etti ve zaten Beyaz Saray’da mevcut olan desteğini Kongre ve ABD kamuoyu nezdinde de pekiştirdi. Bu durumun şimdilik 5 Kasım tarihinde yapılacak ABD başkanlık seçimlerine kadar süreceği anlaşılıyor.  İsrail’in eylemlerine, Gazze’deki katliama, Hamas lideri Haniye’nin, üstelik Tahran’da, öldürülmesine, ardından yıllardır Ortadoğu’da İran’ın en güçlü vekili olarak bilinen Hizbullah liderinin öldürülmesine rağmen, İran’dan ciddi bir tepki gelmiyor. Bazı gözlemciler bu sessizliği İran’da “devlet aklı”nın etkinliğine bağlıyorlar. Buna göre, İran mukabele ettiği takdirde savaşın içine girecek ve bölgesel bir savaşın ötesinde adeta bir dünya savaşına doğru giden bir tırmanmaya sebep olacak. Aslında sözü edilen “devlet aklı”, İsrail’e ciddi bir misilleme yapılması halinde muhatabın sadece İsrail olmayacağını ve karşısında ABD’yi de bulacağını pek ala biliyor. Hatta, bütün bu gelişmelerin İran’ı tahrik etmeyi ve bir cevap vermeye zorlamayı amaçladığını düşünen çevreler İran’daki asıl “devlet aklı”nı oluşturuyor. Dini lider Hamaney’in İsrail’e gereken cevabı bölgedeki Hizbullah sempatizanı güçlerin vereceğinden söz etmesi, özenle sürdürülen vekalet savaşının doğrudan bir İran-İsrail savaşına evrilmeyeceğinin teminatı olarak da görülebilir.  İsrail’i cesaretlendiren faktörlerden biri de kuşkusuz bölge ülkelerinin tutumu. Savaş öncesi İsrail bir çok Arap ülkesi ile İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde diplomatik ilişki kurmayı başarmıştı. Saudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Irak gibi ülkeler İsrail’in sürdürdüğü savaşı bir İsrail-Filistin savaşı olarak görmek yerine, Netanyahu’nun batı kamuoylarına da anlattığı gibi radikal islamcı unsurlara ve terör örgütlerine karşı sürdürülen bir mücadele olarak görme eğiliminde. Bu da İsrail karşısında güçlü ve homojen bir Arap veya islam dayanışması oluşmasına imkan vermiyor. Gazze’deki durum hakkında dünya kamuoyunu içinde bulunduğu gafletten uyandırmak için Türkiye’den başka çaba gösteren yok. Esasen, bölge ülkelerinin bir çoğu bir yandan Hamas’ın yıpratılmasını Müslüman Kardeşlere karşı verilen bir mücadele olarak görürken bir yandan da Hizbullah’ın yıpratılmasının bölgedeki İran nüfuzunun zayıflamasına yol açacağını umuyorlar. Bu beklenti de Netanyahu’nun savaşı yaymasına yarıyor. İsrail diplomatik çabalarını savaşın kendi açısından “meşru ve zorunlu” olduğu tezi üzerine inşa etmeye çalışıyor. İzlenen politikanın insanlığa karşı bir suç olduğunu asla kabul etmediği gibi, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı nezdinde süren dava ve İsrail aleyhine oluşan kararların haksız olduğunu ve durdurulması gerektiğini ileri sürüyor. Bu anlayışını da aslında durumun tüm dünyada arttığını ileri sürdüğü “antisemitizm ve İsrail aleyhtarlığı”na bağlıyor. Netanyahu’nun bu anlayış üzerinden İsrail devletinin bekası olarak takdim ettiği “dava”nın yanlışlığı anlaşılmadıkça Ortadoğu’nun kana bulanması durmayacak.     
Ekleme Tarihi: 30 Eylül 2024 - Pazartesi

NETANYAHU’NUN SAVAŞI

İsrail’in Lübnan’da Hizbullah lideri Nasrullah’ı öldürmesiyle birlikte Ortadoğu savaşı yeni bir safhaya girdi. Eylül ayının ortasından itibaren dikkatle hazırlanan bir senaryonun uygulanmakta olduğunu gözlemliyoruz. Hizbullah’ın önce çağrı cihazlarının sonra telsizlerinin siber saldırıya uğraması, ya da bomba gibi kullanılarak patlatılması suretiyle yüzlerce Hizbullah militanının ölümüne veya yaralanmasına yol açılması çok güçlü bir istihbarat eylemi. Bu eylemin ardından Nasrullah’ın öldürülmesi ise İsrail’in gözünün ne kadar kara olduğunu gösteriyor. Gelişmelerin bu şekilde tırmanmasının ardında bir çok sebep var.

7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın İsrail’e yaptığı saldırı, hem içeride hem dışarıda, İsrail’in güvenlik ve istihbarat zaafı içinde olduğu görüşlerinin yaygın şekilde dile getirilmesine yol açmıştı. Dolayısıyla, zaten yıllardır zayıf destek ve çeşitli tavizlerle ayakta kalmaya çalışan Netanyahu hükümeti için ciddi bir imaj kaybı oluşmuştu. Netanyahu birinci hedefini bu düşüncelerin doğru olmadığını göstermek, İsrail’in teknoloji, askeri güç, istihbarat ve mukabele imkanlarının sağlam  olduğunu kanıtlamak olarak belirledi. “Güçlü İsrail” imajı Gazze’de 40000’in üzerinde sivilin hayatına mal oldu, Lübnan’da ise bir hafta içinde can kayıplarının sayısı bine yaklaştı. Bu katliamlar tüm dünyada şiddetle kınansa da, hatta içeride Netanyahu aleyhinde gösterilere yol açsa da, hükümet yerinde duruyor. Gazze savaşını meşru olarak gösterme çabaları bir yandan rehineleri kurtarma hedefine dayandırılırken, bir yandan da Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in güvenliği için zorunlu olduğu görüşüyle destekleniyor. Bu zihniyet Lübnan’da Hizbullah’a yönelik operasyonların başlatılmasında da kullanılıyor ve İsrail’in kuzeyini aylardır füze yağmuruna tutan Hizbullah’ın da aynı Hamas gibi durdurulması gerektiği anlatılıyor. Bu şekilde tarif edilen “meşruiyet”in İsrail içinde alıcısının çok olduğu anlaşılıyor. Dışarıda ise İsrail diplomasisi bu tezleri yaymaya ve kabul ettirmeye çalışıyor.

İsrail, tüm eleştirilere rağmen, başta ABD olmak üzere, bazı batı ülkelerinin desteğini arkasında hissettiği için eylemlerine devam etmekte bir engel görmüyor. Netanyahu Temmuz ayının sonunda Vaşington’a yaptığı ziyaret sırasında ABD Kongresine hitap ederken aslında dikkatli bir kamu diplomasisi yönetimi de yaptı. Savaşı bir İsrail-Filistin savaşı olarak değil, teröre ve radikal islamcı örgütlere karşı bir mücadele olarak takdim etti ve zaten Beyaz Saray’da mevcut olan desteğini Kongre ve ABD kamuoyu nezdinde de pekiştirdi. Bu durumun şimdilik 5 Kasım tarihinde yapılacak ABD başkanlık seçimlerine kadar süreceği anlaşılıyor. 

İsrail’in eylemlerine, Gazze’deki katliama, Hamas lideri Haniye’nin, üstelik Tahran’da, öldürülmesine, ardından yıllardır Ortadoğu’da İran’ın en güçlü vekili olarak bilinen Hizbullah liderinin öldürülmesine rağmen, İran’dan ciddi bir tepki gelmiyor. Bazı gözlemciler bu sessizliği İran’da “devlet aklı”nın etkinliğine bağlıyorlar. Buna göre, İran mukabele ettiği takdirde savaşın içine girecek ve bölgesel bir savaşın ötesinde adeta bir dünya savaşına doğru giden bir tırmanmaya sebep olacak. Aslında sözü edilen “devlet aklı”, İsrail’e ciddi bir misilleme yapılması halinde muhatabın sadece İsrail olmayacağını ve karşısında ABD’yi de bulacağını pek ala biliyor. Hatta, bütün bu gelişmelerin İran’ı tahrik etmeyi ve bir cevap vermeye zorlamayı amaçladığını düşünen çevreler İran’daki asıl “devlet aklı”nı oluşturuyor. Dini lider Hamaney’in İsrail’e gereken cevabı bölgedeki Hizbullah sempatizanı güçlerin vereceğinden söz etmesi, özenle sürdürülen vekalet savaşının doğrudan bir İran-İsrail savaşına evrilmeyeceğinin teminatı olarak da görülebilir. 

İsrail’i cesaretlendiren faktörlerden biri de kuşkusuz bölge ülkelerinin tutumu. Savaş öncesi İsrail bir çok Arap ülkesi ile İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde diplomatik ilişki kurmayı başarmıştı. Saudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Irak gibi ülkeler İsrail’in sürdürdüğü savaşı bir İsrail-Filistin savaşı olarak görmek yerine, Netanyahu’nun batı kamuoylarına da anlattığı gibi radikal islamcı unsurlara ve terör örgütlerine karşı sürdürülen bir mücadele olarak görme eğiliminde. Bu da İsrail karşısında güçlü ve homojen bir Arap veya islam dayanışması oluşmasına imkan vermiyor. Gazze’deki durum hakkında dünya kamuoyunu içinde bulunduğu gafletten uyandırmak için Türkiye’den başka çaba gösteren yok. Esasen, bölge ülkelerinin bir çoğu bir yandan Hamas’ın yıpratılmasını Müslüman Kardeşlere karşı verilen bir mücadele olarak görürken bir yandan da Hizbullah’ın yıpratılmasının bölgedeki İran nüfuzunun zayıflamasına yol açacağını umuyorlar. Bu beklenti de Netanyahu’nun savaşı yaymasına yarıyor.

İsrail diplomatik çabalarını savaşın kendi açısından “meşru ve zorunlu” olduğu tezi üzerine inşa etmeye çalışıyor. İzlenen politikanın insanlığa karşı bir suç olduğunu asla kabul etmediği gibi, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı nezdinde süren dava ve İsrail aleyhine oluşan kararların haksız olduğunu ve durdurulması gerektiğini ileri sürüyor. Bu anlayışını da aslında durumun tüm dünyada arttığını ileri sürdüğü “antisemitizm ve İsrail aleyhtarlığı”na bağlıyor. Netanyahu’nun bu anlayış üzerinden İsrail devletinin bekası olarak takdim ettiği “dava”nın yanlışlığı anlaşılmadıkça Ortadoğu’nun kana bulanması durmayacak. 

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.