Hz. İsa’nın doğum yeri Kudüs'ü ve Kutsal Toprakları Müslümanların kontrolünden geri almak amacıyla Hristiyan güçler tarafından düzenlenen bir dizi askeri harekât olan Haçlı Seferleri, Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu dönemlerde başarılı olamamış ise de bu temel amaç son bulmuş değildir. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki ilerleyişini durdurmak (Avrupa’ya Osmanlı’nın egemen olmasını önleme) amaçlı Haçlı çabaları Doğu (Şark) Sorunu (Meselesi) erekli olarak, hemen her dönemde açıktan ya da örtülü olarak gündemde olmuştur.
Ekonomik, askeri, siyasi ve bilimsel konular gibi devlet yaşamında önemli etkenler yönünden, Avrupa devletlerinin gerisinde kalmış olan Osmanlı Devleti;
*17. Yüzyıldan itibaren çökme sürecine girince, Doğu Sorununu kendi çıkarları doğrultusunda çözmek isteyenleri için bir fırsat doğmuş,
*Özerklik ve bağımsızlık emeline kapılan kimi Hristiyan azınlıklar; Ortodoks Rusya ve diğer Hristiyan devletleriyle işbirliği yaparak, Osmanlı İmparatorluğu’nu içten kemirmeye başlamışlardır.
Dönemin güçlü Hristiyan devletlerinin güdü ve yönlendirmeleriyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına akın eden misyonerlerin, Hristiyan azınlıklara (Osmanlı tebaasına);
*Kendi tarih, dil ve edebiyatlarını öğrettikleri,
*Osmanlı Devletine karşı düşmanca yaklaşımları aşılamışları,
*Özerklik hakkı ve ayrıcalıklar tanıması için diğer devletler düzeyinde diplomatik güce erişmişlerini sağlamış,
*1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hristiyanlar, kimi anlaşmalar ve silahlı müdahaleler sonrasında Çar’ın koruyuculuğu altına girmişlerdir.
Batılı devletlere ve içerdeki azınlıklara yaranma amaçlı düzenlemeler (ıslahatlar); devletin yönetimini daha da yıpratmış, Türk halkı cephelerde can verirken, çoğu azınlıklar devlet içinde ekonomik, sosyal ve siyasi güçlerini artırmışlardır.
Yönetenlerin, çağın gereklerini yerine getirme görevlerini, gereği gibi başaramadıklarından, bir zamanlar dünyanın en güçlü ve en çok topraklara egene olan Osmanlı Devleti için; “Hasta Adam” deyimi yakıştırılmıştır. Osmanlıları; Avrupa toraklarından, Balkanlardan ve özellikle Ortadoğu’dan atılmaları projesi olan, Haçlı zihniyetinin devamı özeliğindeki; Doğu Sorunu’nu çözümüne fırsat doğmuştur.
Rus İmparatorunun, "Hasta Adam" dediği Osmanlı'dan 5 yıl önce, 1917'de tarihe karışmış, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde ayağa kalkan hasta; olağanüstü yokluklara karşın Türk Kurtuluş Savaşı’nı başarması sonrasında; Osmanlı kalıtı üzerinde Türkiye Cumhuriyet kurularak, şifa bulmuştur.
**
Ne var ki, Hasta Adam’ın kalıtı üzerinde siyasi amaçları olanlar için, hastanın ayağa kalkmış olmasıyla Haçlı zihniyetli Doğu Sorunu, Anadolu ve Ortadoğu coğrafyası yönünden sonlanmamış, her aşamada yeni emperyalist beklentilere sahne olummuş ve olmaktadır.
Doğu Sorunu
Osmanlı Türklerinin (Müslümanların) Avrupa’dan ve Orta Doğu’dan atılarak, stratejik, ekonomik ve askeri önemdeki alanların, emperyalist Avrupa devletlerinin kontrolüne girmesi amaçlı bir plan olan Doğu Sorunu planın uygulayıcıları arsında yer alan ABD günümüzde, kendi çıkarları yönünden önemli kazanımlar elde etmiş durumdadır.
Anadolu’ya coğrafi uzaklığı olmasına karşın, Anadolu’da kurdukları misyonerlik ağı ile ABD, azınlıkları (özelikle Ermenileri) yönlendirme, yönetime karşı kinlendirme, bilinçlendirme yönünden üstünlük sağlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı’na girince, Hristiyan uyrukların kimileri, düşman yararına casusluk yapmaya ve onlarla gizlice işbirliğine girişerek Osmanlı’nın durumu hakkında bilgiler sızdırmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması projeleri olan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmasıyla, “Doğu Sorunu” sonlandırıldığı sanılmış ise de Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde kazanılan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, emperyalist beklentileri bozmuştur.
Mondros Müterakkisi
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkesi, özetle şu hükümleri içermiştir:
*Çanakkale ve İstanbul boğazlarını Galip-Anlaşık (İtilaf) devletler (İngiltere, Fransa, İtalya) işgal edecekler,
*Galip devletler ayrıca, kendi güvenliklerini tehlikede gördükleri yöreleri işgal edebilecekler,
*Osmanlı Devleti’ne bırakılan yerlerdeki yer altı ve yer üstü kaynaklardan, galip devletlerin yararlanması kısıtlanmayacaktı.
Bu koşullar karşısında boğazların açılması demek; Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un galipler donanmasına açık olması ve denetimine verilmesi demekti. Oysa üç yıl önce, düşman donanması boğazları geçmesin diye Çanakkale de binlerce (57 bin kadar) şehit verilmişti.
Mondros’ta başlayan teslimiyetçi siyasi tutum, Sever’de daha da ağır koşullarla sürdürülmüştür.
Sevr Koşulları
Özetle kimi maddeleri;
* İstanbul dışında bütün Trakya, Yunanistan’a bırakılması,
* İstanbul yönetimi (Padişah-Halife) emperyalist güçlere itiraz etmeyip onlarla uyum içinde olduğu sürece İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak kalması,
*Ülkenin en verimli alanları; İtalya, Fransa, İngiltere tarafından paylaşılması, boğazların; savaşta ve barışta bütün devletlerin gemilerine açık bulundurulması, Osmanlı Devleti’nin bütün gelir kaynaklarının, İtilaf Devletleri’nin işgal masraflarında kullanılması,
Dahası;
ABD Başkanı Wilson’a, Doğu Anadolu toprakları üzerinde Kürt, Ermeni devletlerinin kurulması yetkisi tanınması,
Hüküm altına alınmış,
Ayrıca; Pontus Devleti kurulmasının da önü açılmıştır.
**
Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin olurlarıyla imzalan Mondros Mütarekesi hükümlerinin Devleti, emperyalizme teslim edildiğini, ülkenin işgalinin önünün açıldığını gören Mustafa Kemal Paşa;
“Artık millet bundan sonra, kendi haklarını kendisinin araması ve savunması, bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz gerekir” diyerek, geleceğin yol haritasını çizmiş;
19 Mayıs 1919’günü Samsun’da, Anadolu’ya ayak basar basmaz; ulusal bağımsızlığın sağlanması, Türk haklını çağdaş uygarlık seviyesine yükseltilmesi temel amacıyla, gece gündüz (üstelik sağlık sorunlarına karşın) çalışmalara başlamıştır.
Amasya Genelgesi ile (12 Haziran 1919); Ulusun bağımsızlığın, ancak ulusun kararlılığı ve inancıyla kurtarıla bilineceğini,
Erzurum Kongresi’nde (23 Temmuz-7 Ağustos 1919 ); “Kuvayi Milliye'yi tek güç olarak tanımak ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır.” İlkesi kabul edilmiş,
Sivas Kongresi’nde (4 Eylül 1919 - 11 Eylül 1919 ); elbirliğiyle savunma ve direnme esası meşru kabul edilmiş, gücünü halktan alan yeni bir ulusal güç önemsenmiş,
TBMM (23 Nisan 1920) açılarak; “egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” anlayışı doğrultusunda çalışmalara başlamıştır.
Ne var ki bütün bu gelişmeler, işgal güçleri ve işgalcilere teslim olmayı yeğleyen İstanbul Hükümeti tarafından yakından izlenerek, kurtuluşun kazanılmasını engellemek için; ayaklanmalar çıkarılmış, Yeşil Ordu kurulmuş, Kuvayi Milliye’nin kaynakları yok edilmeye çalışılmıştır.
Tüm engellemelere ve oldukça güç ve kıt koşullara içinde yürütülen kurtuluş; Kuvayi Milliye ruhu sayesinde başarıya ulaşması; Sevr koşullarıyla Doğu Sorunun çözdüklerini sanan egemen güçler tarafından unutulmamış, yeniden Doğu Sorununu körüklemenin fırsatı aramışlardır.
Alman tarihçi Herbert Melzig’ın; “Mustafa Kemal, hırpalanmış, silâhı elinden alınmış olan bir milletle tarihe yeni bir devir açmak için mücadeleye girişti ve bu mücadelesinde, ruh kudretinin dünya yüzündeki bütün silâhlara üstün … ” olması şeklinde değerlendirilen, her türlü çıkar ve zenginliklerin, ulusal amaç uğruna terk edilmesi demek olan Kuvayı Milliye ruhu;
*Emperyalizme karşı koyan, ulusun gücüdür.
*Onur sahibi, işgale karşı savaşma gereği duyan; her yaşta, her cinsiyette, her inanç ve sorumluğu duyan onurlu insanın özveride bulunmasıdır.
*Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak, Türkiye’yi bağımsız; özgür ve çalışkan insanların ülkesi haline getirmek isteyenlerin ruhtur.
**
Anadolu ve Trakya halkını Kuvayi Milliye ruhuyla Kemal Atatürk’ün öncülüğünde, Kurtuluş Savaşı’mızın kazanılması; Doğu Sorununu kendi yararlarına çözme amacı güden devletlerce hazmedilememiştir. Kemal Atatürk’ün Hakk’a yürümesini sonrasında, işbirlikçilerin de destekleriyle yeni planlarını uygulamaya koyma gayreti gütmüşlerdir.
Bu bağlamda;
Yöneticisini, Tanrı’nın gölgesi sanan yurttaşların; eğitilerek demokrasi bilinci edinimlerini, yurduna yurttaş olma sorumluğu ile üretime katkıda bulunmalarını sağlamaya yönelik, ulusal olduğu kadar çağdaş eğitim izlenceleriyle de eğitim veren Köy Enstitüleri kapattırılmış,
Balkanlardaki komşularımızla iyi ilişkiler ve dayanışma sağlamak amaçlı Balkan Paktını, aynı şekilde Doğu komsularımızla işbirliği ve dayanışmamızı pekiştirecek Sadabat Paktı yok edilerek, ABD güdümlü NATO şemsiyesi altına girilmiştir.
Askeri müdahalelerle Cumhuriyet yönetimine muhalif dinci, çıkarcı, işbirlikçi örgütlenmelerin kolaylaştırılmıştır.
*İnancı, kendi çıkarlarına yönelik kullanan tarikat ve cemaatlerin, siyasi güce erişmelerine kolaylıklar sağlanmıştır.
*Devleti tehdit edecek ve ayaklanma yapacak denli, tarikatların güçlendirilmiştir.
*FETO yapılanması,
*Ilımlı İslam projeleri,
*Dinde hoşgörü,
*Din ağırlıklı eğitim sistemi,
*İnsanlık tarihinin yüzyılların birikimiyle; güçler arasında dengenin ve denetimin sağlanarak yurttaşların inşaca yaşamalarının temeli olan; yasama, yürütme ve yargıda tek kişinin söz sahibi olmasına yönelik düzenlemeler yapılmıştır.
*Atalarımızın kanlarıyla sulanan topraklarımızda para karşılığı yabancılara toprak satılarak, yurttaşlık edinilmesine izin verilmiştir.
*Onca yokluklar ve kıtlıklar aşılarak, kısa bir süre içinde ülkemizin dışarıya muhtaç olmasını önlemek için kurulan, kurum ve kuruluşların önemli bölümü satılmıştır.
*Ülkeyi kurtarıp kurduğu gibi işgalcilerin ayakları altında çiğnenen ulusal onuru ve namusu da kurtaran, Kemal Atatürk’e karış her geçen gün olumsuzu söz, söylem ve benzeri yaklaşımlar yaygınlaştırılmıştır.
Böylece;
Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde engellenen Doğu Sorununun çözülmesi için, Kuvayi Milliyle ruhunu kontrol altına alınmaya çalışıldığını söylemek abartı değildir.
**
Hedef Kuvayi Milliye Ruhu mu?
Doğu Sorununu (Ortadoğu Projesini) emperyalist amaçlar yönünde çözülmesini isteyenler tarafından unutulmamış, her zaman fırsat beklemişler, gerekli hazırlıklar yapılmıştır.
Çorum, Sivas, Malatya, Maraş katliamları gerçekleştirilerek, Sivas’ta Cuma günü camiden çıkanlar tarafından ülkenin aydınları sıkıştırıldıkları otelde yakılarak, iç çatışma çıkarma gayretleri gibi bütün bu hain gayret ve amaçlara erişmek için özelikle Suriye’den ülkemize gelen, sayıları tama olarak bilinmeyen, ancak milyonlarla ifade edilen, “düzensiz, kontrolsüz göçmen” varlığından yararlanılarak;
Kuvayi Millîye Ruhunun teslime alınması,
Kemalist ilkeleri devlet yaşamından uzaklaştırılması,
Kemal Atatürk ve Kuvayi Milliye Ruhu nedeniyle amaca ulaşmamış olan Doğu Sorununu yerden yeniden canlandırılarak;
Anadolu coğrafyasında Sevr Haritasında amaçlanan devletleri kurma, Doğu Sorununu kendi çıkarlarına yönelik sonuçlandırma amaçlandığı dikkatlerden kaçmamalıdır.
Bu beklentinin tarihi gereçler karşısında ne anlama geldiğini görüp anlayabilmek için; günümüzden 4000 yıl önce uyarıda bulunmakla, “aydın” olma sorumluğunu yerine getiren Ludingirra’nın yazdıkları ışığında, Sümerlerin başına genleri bilmek gerekir.
Orta Asya ve Türk kökenli olan Anav toplumunun bir kolu ve “Kengerler” olarak da anılan Sümerler; günümüzden 7-8 bin yıl önce Mezopotamya’ya (Fırat ile Dicle nehirleri arsındaki coğrafi bölge) yerleşerek yüksek bir uygarlık kurmuşlardır. Günümüzden 4500 yıl önce Arabistan içlerinden Akad diye adlandırdıkları kavmin insanları, Sümer kentlerine çalışmak için akın akın gelmeye başlamışlardır.
Orhun Anıtlarında adı Kengeres olarak geçen, günümüzde; Syr Derya (Seyhun) Nehri ve bu nehir ile Amu Derya (Ceyhun) Nehri arasındaki bölge Orta Çağ tarihçileri tarafından Maverunnehir olarak adlandırılmıştır. Bu bölge, Perslerden ayrı bir kültür olarak Turani toplulukların yaşadıkları bir bölge olarak bilinir.
Bugünkü Arapların atası ve Sami kökenli kavim olan Akadlar; zamanla Sümerlileri öldürerek, yakarak yıkarak üstünlük sağlamışlar, Sümerlerin yönetimini ele geçirerek o dönemde dünyanın en uygar devletini yok etmişlerdir.
Sümerlerin nasıl kuşatılarak, kontrol altın allanarak yıkıldığını, Sümerli öğretmen, şair ve yazar Ludingirra; yadsınamaz tarihi belge özelliğindeki, kil tabletlere kaydederek günümüze aktarmakla; döneminin aydını alma sorumluğunu yerine getirmiştir.
Ludingirra’nın aktardığı, MÖ 2000’li yıllarda; Sümer Devleti’nde yaşanılanlar ile günümüzde ülkemizde, düzensiz ve sayıları milyonlarla ifade edilen göçmenler konusundaki benzerlik; yurduna yurttaş olmama bilincinde, ulusal sorumluluk taşıyanlar için ürperticidir.
“Güzel ve uygar ülkemize göz diktiler. Göklere uzanan kulelerin, görkemli tapınakların, arı gibi işleyen çarşıların, her tarafa ulaşan kervanların, dümdüz uzanan yolların, bol ürün veren tarlaların … Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dilden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da ‘ biz yaptık, biz bulduk’ diye övündüler.” (Muazzez İlmiye Çığ, Sümerli Ludingirra, Kaynak Yayınları).
Sümerlerin, içerden işgal edilmeleri sürecinde; yüzyılların birikimi işgalcilerin kontörlüne geçmiş; ulusal benlik ve onurlarını, ulusal kimliğin önde gelen öğesi olan dillerini de yitirmişiler. Sümerce resim dil olmaktan çıkarılmış, yerine Akad’ca geçmiş,
SONUÇ YERİNE
(BİLGE KİŞİ KEMAL ATATÜRK’ÜN UYARISI)
Kemal Atatürk, iç cepheyi Büyük Söylev’inde; Millet, milletin oluşturduğu yasama organı (TBMM) ve her türlü saldırılara karşı koyma görevini üstelen, yine milletin ikinden çıkmış olan Silahlı Kuvvetler olarak betimlemiş; “asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten ‘kaleyi içinden almak’, dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu amaçla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, araçların varlığını iddia etmek doğrudur. Meclis’in düşünüş biçimi, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur....” (Söylev; s., 433.)
Kamuoyuna yansıtıldığı üzere, ülkemizde yurttaşlarımızın doğum oranlarının düştüğü, sığınmacıların yüksek doğurganlık oranına sahip oldukları dikkate anlığında; ülkemizin demografik (nüfus) yapısının önemli oranda değişeceği görünen gerçektir.
Bir başka önemli gerçek ise; ülkemiz nüfus yapısının, yurduna yurttaş olma bilincinden yoksun kişilerin çoğalmasıyla iç cephenin başkalaşacağıdır.
Daha da önemlisi; Suriye’nin çökertilmesi ile ülkemizin İsrail’e komşu duruma gelmesi, İsrail’in temel amaçlarından birinin, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından dile getirildiği üzere (https://x.com/iletisim/status/1841098615466418516); Güney bölgemizin bir bölümünü içine alan “vaat edilmiş” topraklara erişmek olduğu,
Gibi durumlar dikkate alınarak; dış cephemizin teme dayanağı iç cephemizin olabildiğince korunarak, güçlü ve her an güçlendirilerek diri tutulması, geleceğimiz yönünden yaşamsal önem taşımaktadır.
İç cephemizin korunması için, düzensiz-düzenli her ne olursa olsun sığınmacıların, ülkelerine geri dönmelerinin yolları, insani değerler doğrultusunda zaman yitirilmeden (her geçe gün çoğalarak) daha çok sorun olmadan bulunmalıdır.