Avrupa´da aşırı sağ, milliyetçi ve ayrilikci hareketlerin yükselişi devam ediyor. Hafta başında Arjantin’de aşırı sağcı, anarko-kapitalist Javier Milei’nin zaferinden sonra Hollanda’da aynı çizgideki Geert Willders benzer bir zafere imza attı.
Hollanda seçimlerinde Wilders’in liderliğini yaptığı Özgürlük Partisi (PVV), 150 sandalyeli parlamentoda son verilere göre 37 sandalye kazanarak birinci oldu. İşçi Partisi/Yeşil Sol koalisyonu 25, daha önce Mark Rutte liderliğinde sandıktan 34 sandalyeyle birinci olarak çıkan muhafazakar Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD), bu kez Dilan Yeşilgöz’ün liderliğinde ancak 24 sandalye kazanabildi. Hristiyan Demokrat Siyasetçi Pieter Omtzig liderliğinde kurulan Yeni Toplumsal Mutabakat (NSC) partisi de 20 sandalye ile dördüncü oldu.
150 sandalyeli mecliste 106 sandalyeyi dört parti paylaşırken geri kalan 44 sandalyeyi ise 12 parti ve grup kendi arasında paylaştı. Yüzde 5 barajının olmadığı Hollanda’da seçimlerden koalisyon kurmak her zaman uzun sürebiliyor. Çok partiyle kurulanların ömrü de genellikle fazla uzun olmuyor.
Bu seçimlerin en dikkat çekici yanını elbette aşırı sağ popülist Willders’in diğer partilere fark atarak birinci olması. Seçimlerden önce yapılan kamuoyu araştırmalarının çoğu, ilk üç sıraya yerleşen partilerin oylarının başa baş olduğu yönündeydi. Willders’in birinci olmasından sadece bir “tehlike” olarak söz ediliyordu. Ancak Wilders, 2021 seçimlerine göre sandalye sayısını iki kart arttırarak sadece anket şirketlerini değil aynı zamanda diğer partileri de yanılttı.
Rutte’nin koltuğuna oturan Dilan Yeşilgöz’ün başbakanlığına ise neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Hollanda gibi bir ülkede ilk kez göçmen ve kadın kimliğinden bir siyasetçinin başbakanlık koltuğuna oturacağından söz ediliyordu.
Yeşilgöz’ün başbakanlığına karşı çıkan Türk ve Hollanda milliyetçileriyle, başbakanlığından yana Kürtler, Aleviler ve demokartlar daha sandıklar kapanmadan kendisini başbakan ilan ederek karşı çıkmaya ya da kutlamaya başladılar. “Kimlik” üzerinden sürdürülen bu kampanyada Yeşilgöz’ün muhafazakar bir siyasetçi olduğu, göçmenler ve mülteciler konusunda geleneksel muhafazakar partilerin çizgisini savunduğu ise çoğunlukla gözden kaçırıldı. Ya da görülmek istenmedi. Bunun farkında olanlar ise “Bizden biri başbakan olsun, gerisi önemli değil” anlayışını öne çıkardı.
Uzunca bir süredir siyasetin sınıfsal ayrımlar değil etnik kimlikler ve aidiyetler üzerinden sürdüğü Avrupa’da, bu denklemde asıl kazananın aşırı sağcı, popülist parti ve liderlerin olduğu bir kez daha görüldü. Bu nedenle camilerin kapatılmasını, Kur’an-ı Kerim’in yasaklanmasını, mültecilerin sınır dışı edilmesini, Hollanda’nın AB’den çıkmasını (Nexit) vadeden Willders’in sandıktan birinci çıkmasının şaşırtıcı olmaması gerekiyor. Gerçi bu kadar açık farkı Willders’in kendisi de beklemediği için şaşkınlığını gizleyemedi.
Hollanda’da kimin başbakanlık koltuğuna oturacağından bağımsız olarak kıta Avrupa’sında İslam düşmanlığıyla birleşen aşırı sağ faşist örgüt ve partilerin devlet aygıtının merkezine doğru ilerlediği artık sır değil. Geçen yıl İtalya’da açıkça faşist Mussolini’yi öven Giorgia Meloni başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Aynı Meloni önceki gün Berlin’de kırmızı halıyla karşılandı ve stratejik anlaşmaların altına imzalar atıldı. Macaristan’da milliyetçi Viktor Orban yıllardır iktidarı elinde tutuyor. Fransa, İspanya, Belçika, Almanya, Danimarka, Avusturya... gibi pek çok ülkede aşırı sağ partiler yükseliş içinde.
Polonya ve İspanya gibi bazı ülkelerde aşırı sağ-muhafazakar partiler birinci olmaya devam ederken, karşısındakilerin bir araya gelmesiyle önleri kesilmiş gibi görünüyor. Muhtemelen Hollanda’da da benzer bir yol izlenecek. Ancak, bu sorunun çözüldüğü, aşırı sağın geriletildiği anlamına gelmiyor.
Emperyalist-kapitalist ülkelerde izlenen neoliberal politikalar, aşırı sömürü, düşük ücretli işler, yoksulluk ve savaşlar asıl olarak orta sınıflardan başlayarak aşağıya doğru emekçi sınıflar arasında gelecek korkusunu ve endişesini alabildiğince büyütmüş durumda. Korkunun asıl sorumlusunun kapitalist düzen değil de göçmenler, mülteciler, Müslümanlar ve elitler olduğunu savunan popüler milliyetçi liderler, demagojik tarzda sorunları tersyüz ederek, kitlelerin bilincini bulanıklaştırmayı başararak siyasi bir güç haline gelebiliyorlar. İtalya örneğinde olduğu gibi, işbaşına geldiklerinde ise sorunlar olduğu gibi devam ediyor. Çünkü, sorunların asıl kaynağı olan sisteme dokunmamaya özen gösteriyorlar.
Kapitalizmin yarattığı sorunlardan güç alarak büyümeye devam eden aşırı sağ-milliyetçi dalgayı kırmanın tek yolu toplumsal korkuları ve sosyal sorunları etnik kimlikler ve aidiyetlerden çıkarıp sınıfsal bir zemine oturtmaktan geçiyor. Avrupa ülkelerinde solun ve sosyal demokratların büyük bir bölümü bunu başaramadığı ya da bu yönde politikası olmadığı için kan kaybetmeye devam ediyor.
Unutmamak gerekiyor ki; aşırı sağın başarısı aynı zamanda onun karşısında duran antifaşist, ilerici güçlerin üzerine düşeni yapmaması ya da yapamamasından kaynaklanıyor.