1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Büyük Türk Dünyası gerçeği,
Türkiye’nin bir çok alanda bu dünya ile yoğun ilişkiler kurmasına vesile olmuştu. Bu ilişkilerin en
önemlilerinden birisi de Türk Güreş Vakfı tarafından kurulmuş ve yüksek Türklük bilincine sahip
Dünya ve Olimpiyat Şampiyonumuz Ahmet AYIK’ın başkanlığındaki Türk Güreş Vakfı yoğun
çabalar sonucunda bir Türk Dünyası Güreş Turnuvası organize edip, bunu sonraki yıllarda da
tekrarlayarak geleneksel bir konuma getirme çabasına girmişti.
İlki 1992 yılında Ankara’da yapılan Türk Dünyası Güreş Turnuvası, ertesi yıl (1993) Denizli’de
yapılmış, 1994 yılındaki turnuva ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türk Dünyasında
gündeme taşınması amacıyla Kıbrıs’ta düzenlenmişti. Bu arada her yıl biraz daha tecrübe
kazanan Türk Güreş Vakfı yıldan yıla turnuvaya katılımların daha da yaygınlaşmasını sağlıyor,
sadece bağımsız cumhuriyetlerden değil özerk cumhuriyetlerden, hatta Makedonya ve
Romanya gibi ülkelerin Türk bölgelerinden de turnuvaya katılımlar oluyordu. İşte böyle bir süreç
içerisinde 1995 yılındaki 4. Turnuva Çorum’da düzenlendi ve bu yazımıza konu edilecek hikaye
de oldukça geniş katılımlı bu turnuvada yaşandı.
Ben bu hikayeyi Maliye Bakanlığı’ndan meslektaşım (o tarihlerde Milli Emlak Başkontrolörü ve
Milli Emlak Genel Müdürlüğü Daire Başkanı, daha sonraları Arsa Ofisi Genel Müdürü) olan
Yücel ÖZLEM’den dinledim. Yücel Özlem, aynı zamanda Türk Güreş Vakfı’nın Yönetim Kurulu
üyesiydi ve bu hikayeye de bu sebeple dahil olmuştu.
Çorum’daki turnuvaya katılım hem sayı olarak ve hem de temsil gücü olarak o güne kadarki en
yüksek düzeyde sağlanmıştı. Katılımlar içerisinde en dikkat çekici olanı ise Rusya Federasyonu
dahilindeki Özerk Tataristan Cumhuriyeti kafilesinin turnuvaya Spor Bakanı’nın başkanlığında
katılmış olmasıydı. Bu durum turnuvayı düzenleyenleri ziyadesiyle mutlu etmişti.
Turnuvanın ilk günü sabah kahvaltısından sonra turnuva katılımcılarının kaldığı Sarıgül Oteli’nin
lobisinde oturan Yücel Özlem, kendisine doğru yaklaşan Tataristan Spor Bakanını görünce
nezaketle ayağa kalktı, selamladı ve yanındaki koltuğa buyur etti. Kısa bir selamlaşma ve hal-
hatır sormadan sonra Tataristan Spor Bakanı’na turnuvaya katılımlarıyla alakalı duygularını
aktardı:
- Sizin bu turnuvaya böylesine değer vererek kafilenizi buraya Spor Bakanı başkanlığında
getirmiş olmanızdan dolayı çok çok mutluyuz, dedi.
Spor Bakanı sanki böyle bir sonunun cevabını daha önceden hazırlamış gibi tereddütsüz
karşılık verdi:
- Bu bir şey değil hörmetli Yücel Ağabeyim... Gerekti ki biz, Ahmet Ayık’ın imzasıyla davet
edildiğimiz bu turnuvaya Bakan düzeyinde değil, Devlet Başkanı düzeyinde katılmış
olsaydık...
Sonra, Tataristan’ın bu turnuvaya Bakan düzeyinde katılımından bunca memnun olan
muhatabının, bu ifadeyi gerektiği gibi değerlendirememe ihtimalini düşünerek, sözlerine açıklık
getirmek için konuşmasına devam etti:
- Efendim, biz uzun yıllar boyunca Rusların boyunduruğu altında yaşadık. Asırlar süren bu
esaret yıllarında bize hep Rusların gücü, kudreti ve büyüklüğü anlatıldı. Bizim tek
umudumuz olan Türklerin ve Türkiye’nin ise onların yanında bir hiç olduğu öğretildi. Yani
bu sadece bizim neslimize değil, asırla boyunca doğan her yeni nesle aynıyla uygulandı.
Asırlar boyunca her yeni neslimiz, bu dünyada Rusya’nın başaramayacağı hiçbir şey
olmadığı ve Türkiye’nin ise kara çarşaflı kadınlar ve sakallı-şalvarlı heriflerle dolu,
insanları çöp tenekelerinden beslenip, köprü altlarında yatan zavallı bir ülke olduğu
propagandası ile yetişti.
İşte böyle bir zeminde bir de duyduk ki Türkiye’den AHMET AYIK adında bir güreşçi 1964
Tokyo Olimpiyatlarında Rusların o güne kadar hiç yenilmemiş olan efsane güreşçisi MEDVED ile
güreşecekmiş. Rus medyasına gün doğmuştu. Onlar zaten böyle bir vesile arıyorlardı.
Yazmadık, söylemedik rezillik bırakmadılar. Resmen ve alenen Türkiye ile alay ediyorlardı ve bu
güreş onlara, zehirlerini akıtmak için müthiş bir fırsat yaratmıştı. Öyle ya! Onların yaşayan
efsanesi Aleksandır MEDVED aristokrat bir Rus ailesine mensuptu. Hem devletin tüm kurumları
ve hem de devleti yöneten Komünist Parti’nin tüm organları onunla özel olarak ilgileniyordu.
Sadece güreş dalında değil, bedeninin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi programları dahilinde bir
çok alanda sadece onunla ilgilenen özel antrenörleri vardı. Hatta derler ki “MEDVED’in her kası
için ayrı bir uzman görevliydi”. Sağlığı ise özel diyetisyenlerin kontrolü altında güçlendirilerek
sürdürülüyordu. Yani demem o ki; MEDVED, Sovyet rejiminin ve onun gücünün tüm dünyaya
tanıtımı için özel surette yetiştirilen bir biyonik adam gibiydi.
Her yönüyle aciz ve zavallı bir ülkeden çıkan Ahmet AYIK, böyle bir Medved’i nasıl yenebilirdi ki?
Üstelik o güne kadar 87 kilonun üzerinde hiç güreşmemiş olan Ahmet AYIK, sırf MEDVED ile
karşılaşmak için 97 kiloda mindere çıkacakmış..., hiç olacak iş mi!
Ama Ahmet AYIK, o güne kadar hiç yenilmemiş olan Aleksandır MEDVED’i hem 1964 Tokyo
Olimpiyatlarında ve hem de 1965 Dünya Şampiyonasında yendi ve işte o gün bizim için tünelin
ucundaki ışık göründü. İşte o gün bizim için taze bir umut doğdu. İşte o gün “eğer biz TÜRK
isek, bir gün Rusların boyunduruğundan mutlaka kurtuluruz” inancına ulaştık....
Yücel Özlem, Tataristan Spor Bakanı’nın anlattıklarını derin bir merak ile dinledi. Şimdi
Tataristan’ın neden bu turnuvaya Bakan düzeyinde katıldığı ve neden o Bakan’ın “Gerekti ki biz,
Ahmet Ayık’ın imzasıyla davet edildiğimiz bu turnuvaya Bakan düzeyinde değil, Devlet Başkanı
düzeyinde katılmış olsaydık...” dediği daha iyi anlaşılıyordu.
İşte böylesine anlamlı bir anda Ahmet AYIK salonda göründü ve doğruca onlara yönelip,
selamlayarak yanlarına oturdu. O yıllarda Türkiye’de kapalı alanlarda sigara içilmesi serbestti ve
Yücel Özlem’in de Tataristan Spor Bakanı’nın da sigaraları önlerindeki sehpanın üzerinde
duruyordu. Şimdi öğrenmesi bir hayli garip ki o yıllarda Ahmet Ayık’da sigara içiyordu ve
cebinden çıkardığı sigarasından yine o yıllardaki garip bir alışkanlık gereği her ikisine ikram
edip, onların sigaralarını da cebinden çıkardığı çok güzel ve özel bir çakmakla yaktı. Ahmet
Ayık’ın çakmağı Tataristan Spor Bakanı’nın dikkatini çekti ve çakmağı eline alıp inceledikten
sonra: “Ahmet Ağabey, ne güzel, gösterişli bir çakmak! Size yaraşmış” dedi.
Ardından sohbetleri devam ederken bir ara Ahmet Ayık, “ben hemen döneceğim” diyerek kısa
süreliğine izin istedi ve beş dakika sonra elinde küçük ve şık bir paketçik ile yanlarına döndü.
Orada Tataristan Spor Bakanı’na dönerek söyledikleri, insanın tesadüfen “Ahmet Ayık”
olamayacağının ispatı gibiydi:
- Hörmetli Bakan, aslında isterdim ki çok beğendiğiniz bu çakmağı size hediye edeyim ama
bu çakmak şimdi rahmetli olan eski bir Dünya Şampiyonunun bana hediyesidir ve onun
için üzerinde adım yazıyor. Ama ben de sizin gibi bu çakmağın çok güzel olduğunu ve bu
sebeple bir gün böyle bir durum yaşanacağını düşünerek aynı çakmaktan bir tane de ben
aldım ve hep yanımda taşırım. Şimdi izninizle az önce beğendiğinizin aynısı olan bu
çakmağı size hediye etmek istiyorum.
Tataristan Spor Bakanı derin bir memnuniyet ve duygusallıkla aldığı bu çakmağı kabul ederken,
biraz önce söylediği “Gerekti ki biz, Ahmet Ayık’ın imzasıyla davet edildiğimiz bu turnuvaya
Bakan düzeyinde değil, Devlet Başkanı düzeyinde katılmış olsaydık...” ifadelerinin ne kadar
isabetli olduğunu düşünüyordu.