Meşhur mütefekkir Muhyiddin İbn-ül Arabi’nin bir kitabında, “Kalbim, her sureti içine alabilecek hale geldi. Onun için bazen ahular otlağı, bazen rahipler manastırıdır. Bazen tavaf edenlerin Kabe’si, bazen müminlerin evidir. Bazen Tevrat levhaları, bazen Kur’an sahifeleridir. Benim dinim sevgi dinidir. Onun kervanına katılmışım, onun ardından gidiyorum.” sözlerine rastlaması; kendisinin de “Allah’ın sevgisini sığdıracak bir kalbinin bulunduğuna” olan inancını güçlendirmişti.
“Mademki Allah’ın sevgisini sığdıracak bir kalbim var, o halde ben de zihnimle değil, kalbimle düşünmeye ve sırlara ermeye çalışacağım, aşkın sığdığı yere, ilim sığmaz mı?” diyerek, kalbine sığdırdığı bu sevginin sırlarını aramaya çıkmıştı.
Mademki, Muhyiddin İbn-ül Arabi, “Benim dinim sevgi dinidir” diyor; mademki ben, “Zihnimle değil, kalbimle düşünmeye” karar vermişim; mademki ben, “Aşkın sığdığı yere, ilmi sığdıracağıma inanmışım” o zaman bu soruların cevabını da bulmalıyım diyor ve kendi kendine soruyordu:
Neden bu savaşlar, hastalıklar, sefaletler?
Öldükten sonra insanlar ne olacak?
Ölümden sonra, ceza ve bağışlanma var mı*
İnsanlar öldükten sonra, alelade bir madde gibi dağılıp gidecekler mi?
Eğer öyle ise, bir yaradılış mucizesi olan insan niye yaratıldı?
Esasında bu sorular, O’nun iç dünyasında, daha çocukluğundan itibaren hep vardı. Bu kitabın başında anlatıldığı gibi, bu romanın kahramanı olan Mavi Baba’nın, çocukluk günlerinde, ölüm cezasına mahkum edilmiş bir suçlunun asılmasını seyretmesiyle iç dünyasında gitgide büyüyen Yaradan, yaratılış ve yaratılmışın akıbetiyle ilgili sorular, nasıl ki, rüyasında Hazreti Muhammedi görüp cevaplanmışsa, Atiye hanımın iç dünyasındaki, “Niyeler?”, “Niçinler?” dr, daimi tefekkürünün sonucunda “Hakikate erişmesiyle” sona ermişti.
Bunun için Hazreti Muhammed’in “Bir anlık tefekkür, nafile olarak yapılan 70 yıllık ibadete bedeldir” hadis-i şerifinden yola çıkmıştı. Bunun için bazen yazdığın yazılarının, bazen yaptığı konuşmalarının konularıyla; bazen de yazdığı romanların kahramanlarının sorduğu sorularıyla insanları hrp tefekküre zorlamıştı.
Tabii ki, referansı Kur’an’dı.
Kur’an’daki birçok ayette, “…göklerin ve yerin yaratılışı hakkında, derin derin düşünülmesi” emredilir.
Atiye hanım, bunun için yazılarını okuyanları da, konuşmalarını dinleyenleri de, hep kainatın ve yaratılışın sırları; insanların kaderi ve dinlerin bu kader üzerindeki tesirleri konusunda düşünmeye sevk ederdi.
Bazen bir Afrikalı çocuğun ağzından…
-Allah zenci mi, beyaz mı? Diye sorar.
Yine o çocuğun ağzından, Afrikalıların dramını dile getirirdi.
-Herhalde beyazdır. Çünkü beyazlara çok şey vermiş. Bizim Agadir yakınındaki köyümüz heğ siyahlardandı. Öylesine fakir, öylesine hiçbir şeyleri yok ki, burada bulduğum her şeyde, yediğim güzel yemeklerde, duş yaparken yıkandığım suda hep onları düşünüyorum.
Yazdığı romanların kahramanları da, hep sorgulayan insanlardır ve romanların sonunda onların vardığı neticeyi, Atiye Hanım okuyucularına ustaca “Hakikat yolculuğunun sonu olarak” telkin ederdi.
Onun kahramanları, Musevi hahama da, Hristiyan papaza da, <Müslüman din adamına da Budist rahibe de, Kızılderili büyücüye de, hep aynı soruyu, “İnsan denilen bir mucizeyi yaratan, niye onu ölümünden sonra cezalandırsın? Onların kaderi, Yaratanın iradesi ile edilmedi mi?” diye sorarlardı. Bazen bir Kur’an ayetindeki hikmetten, bazen bir papazın nasihatlerinden, bazen Tevrat’ta nakledilen bir hikayeden yaptığı alıntılarla insanların düşüncelerine istikamet verirdi.
Bazen, bir Kızılderili kabilesinin büyücüsünün inançlarıyla, bazen, bir Budist rahibinin sabrıyla, bazen de bir Konfüçyüs talebesinin felsefi derinliğiyle okuyucusunu etkilerdi.
Okuyucularını dünyadaki bütün dini ve ahlaki inanışların ufuklarında gezdirerek, sonunda onları “Mavi Baba” gibi hakikatin ışığına kavuştururdu.
Atiye Hanımın yazılarını okuyanlar da, yazdığı romanların kahramanları da, en sonunda “İslam’ın korkunun değil, sevginin dini olduğuna” inanırdı.
Bu sebeple Atiye Hanımın yazıları, o zamanki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da dikkatini çekmiş ve Diyanet İşleri Başkanı kendisine bir kutlama mesajı göndermişti…
“Atiye Keskin Hanım Efendi kızıma,
Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder, Cenab-ı Hak’tan nsaadetlerinizi dilerim.
13.12.1966 tarihli Yeni İstanbul Gazetesi “Bir Nükte Bir Işık” sütunundaki yazınızı takdirle okudum, mütehassis oldum. Ele aldığınız konuları derin bir vukuf ve olgunlukla tahlil etmeniz ve böylece hükme bağlamanız, okuyucularınızın takdirini celp ettiği gibi İslami bir şiarı gösterme bakımından övülmeye değer bir al-i cenablıktır.
Matbuat sahasında hizmet gören bütün fikir adamlarımızın aynı duyguya sahip olmalarını çok arzu ederdik. Lakin bu mümkün olmamaktadır.
Sizlere bu şekildeki ilmi ve fikri hizmetlerinizden dolayı teşekkür eder, mesainizin mebrur olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederi selamlarımı bildiririm, evladım.
Ali Rıza Hakses
Diyanet İşleri Başkanı”
Atiye Hanımın yazılarını sadece Diyanet İşleri Başkanı değil, o dönemin önemli mutasavvıflarından olan ve “Gönül Aynasından Akisler” kitabının yazarı Muzaffer Tanrıyar da takip ediyordu.
Zaman zaman “Kör Fakir” takma adıyla şiirler de yazan Muzaffer Tanrıyar, Atiye Hanıma gönderdiği takdir ve tebriklerini belirten mektubuna aşağıdaki şiiri de eklemişti.
Fakir Kör’den Sayın Keskin’e
Başara geydirdin manevi tacı
Bu zevkten anlamaz hocayla hacı
Himmetin car olsun Atiye bacı.
Kaleminden akan inan her eser
Dest-i Murteza’dan sanki bir Kevser (1)
Rum abdalının her bir delisi
Aşkın peygamberi, Belh’in velisi
Çıkar hanımların hangi birisi (2)
Nükte cürasından mey sunar bize
Piran-i izamdan ney sunar bize. (3)
Açıklama:
1)Kaleminizden akan her eser, seçilmiş şereflilerin meclisindeki cennet ırmağı gibi.
2)Aşkın peygamberi Belh’in (Afganistan’da bir şehir, Hazreti Mevlana’nın doğduğu yer) Velisi, kadınlardan var mı senin gibisi?
3)Bizi kendimizden geçiren şaraptan bir yudum sunar gibi nükteler sunar, ney sesi gibi bizi yüce pirlerin dünyasına götürür.
(Gelecek yazımız, Atiye Hanım’ın “Mavi Baba” romanı üzerine, “Mavi Baba’nın Hakikat Yolculuğu” başlıklı yorum)