Hava hafiften kapatmaya başladı. Ha yağdı ha yağacak. Ama olsun, oldum olası severim bu havaları. Bir de ince ince yağıyorsa değmeyin keyfime.
Çocukluğumun geçtiği sokaklarda, çocukluğumu anımsatan bir hava.
Günlerdir beklenen kar bugün yağmaya başladı. Ankara’ya kar yakışır. Gri bir kentin üzerini beyaz bir şal örter adeta!
Arkadaşlarımla top peşinde koştuğum sokaklar kar altında daha da güzel olurdu. Ne yağan yağmura/kara aldırış ederdik, ne de çamur olan üstümüze başımıza.
Bizim en büyük tutkumuzdu sokakta top oynamak. Yol kenarından bulduğumuz irice taşlardan çift kale yapar, sonrasında sıra takımı kurmaya gelirdi. Mahalle kültüründe büyüyen her çocuk bilir. Topu olan takımı kurar. Canının istediğini oynatır, istemediğini oynatmaz.
Top sahibi olmakta öyle kolay değildi. Biriken harçlıklarla zar zor alırdık. Büyük bir heyecanla başlayan maçın sonunda muhakkak birde bahis olurdu. Yenilen takım aralarında topladıkları parayla ya kola alırdı ya da abur cubur yiyecek.
Her zaman cebimizde paramız olmazdı. Parası olmayanları aramızda halleder, takım ruhunu bozacak ve arkadaşımızı rencide edecek en ufak bir davranışta bulunmazdık. Maç sırasında bir de yağış bastırırsa rekabet daha bir amansız olurdu.
Çocuk aklıyla kıyasıya mücadele eder, rakip takımı yenmek için kendimizi paralardık. (şimdi ise birbirimizi paralıyoruz) Düşünüyorum da ne kadar safça ne kadar temiz duygularla mücadele ediyormuşuz. Alınan kola ve abur cuburlara, yenilen takımın parası yetmeyince yenen takım da yardım ederdi.
Mahalle kültürü bize böyle öğretmişti; arkadaşının açığını kapatmayı, dostuna yardımcı olmayı, büyüklere saygıyı, küçükleri sevmeyi, iyi günde kötü günde omuz omuza olmayı.
Tesadüfen!
Sokakta dolaşırken mahallenin eski mukimlerinden Mehmet amcaya rastladım. Çok yaş almış, destek aldığı bastonla ayakta durabiliyordu.
Ayaküstü biraz konuştuk. İlerleyen yaşı sebebiyle kulağı iyi duymuyordu sanırım. Benim sorduğum soruları değil de, kendi bildiklerini anlatmaya başladı.
Ne eski mahalle, ne eski insanlar kaldı. Değişmeyen bir şey kalmadı oğlum, diyor. Önce insanlar değişti, sonra mahalle. İnsanlar birbirine selam vermeyi bile esirger oldu. Allah sonumuzu hayır etsin, diye sözünü tamamladı.
Mehmet amca tanıdın mı beni?
Bastondan güç alarak durdu, bir süre soluklandı, ağır ağır başını kaldırdı, bana baktı. ( Zamana yenik düştüğü gözlerinden okunuyordu. Yılların acımasızlığı Mehmet amcadan neleri alıp götürmüştü, kim bilir? )
Oğlum gözlerim iyi seçmiyor? Kimin oğlusun, kimlerdensin? Diye sordu. Dilim döndüğünce, hatırlatmaya çalıştım. Haa tamam dedi. Baban, rahmetli iyi adamdı, iyi komşuydu. Sen büyük oğlu musun? Yok, Mehmet amca ben küçük oğluyum. Öylemi!
Ayakta zor duruyordu;
Bağlar Caddesinde Kars’lıların işlettiği Girne Kıraathanesi vardı. Kapanmış, şimdi moda deyimle “Cafe” olmuş. Mehmet amcanın koluna girdim en yakın masaya oturmasına yardımcı oldum, bende tam karşısına oturdum. Kahveyi sevdiğini biliyordum. Bize geldiğinde hep Türk kahvesi içerdi. Kahve önüne konduğunda, yüzünde hafif bir gülümseme oldu. Sonra duygulandı cebinden mendilini çıkardı, kısık gözlerinden akan yaşları sildi, kahvesinden bir yudum aldı. Biraz önceki yaşadığı hüzün dağıldı konuşmaya başladı.
Tuttuğunu koparan cinsten emekçi bir adamdı Mehmet amca. Deyim yerindeyse sırım gibiydi. Bir iki kişiye benim demezdi. Kalabalık bir aileydiler. Sayısını bilmiyordum? Anlatmaya başlayınca dokuz çocuğu olduğunu öğrendim!
Ne yapıyor çocukların? Hepsini okuttum, işinde gücündeler. Yuvadan bir bir uçtular. Teyzen vefat ettikten sonra yalnız kaldım. Bir zaman kendi işimi görüyordum. Yaş ilerledikçe zorlanmaya başladım. Çocukların yanında kalmak istemiyordum, ama yapacak bir şeyde yoktu. Gittim. Keşke gitmeseydim. Gittiğime pişman olacağım hiç aklıma gelmezdi. Aklımda yüreğimde hep çocuk olarak kalsaydılar, ben bu günleri görmeseydim?
Hayırdır ne oldu?
Kendimi bir eşya gibi hissediyordum. Bir hafta birine, bir hafta birine atılıyordum. Bir hafta on gün kaldığım çocuğum diğerini arıyordu. Biz tatile gideceğiz babamı sen yanına al. On gün sonra, bir diğeri ötekini arıyor, misafirimiz gelecek babamı bu hafta sen al, diyorlardı. Ben bu konuşmaları duydukça eriyor, eridikçe küçülüyordum.
Sonra ne oldu?
Bir arkadaşımın desteğiyle emekli maaşım karşılığında huzur evine yerleştim. Rahata erdim. Sağa sola itilmişlikten, bir nesne olmaktan kurtuldum.
Çocukların arayıp soruyorlar mı?
Yok, be oğlum, artık dertte etmiyorum. Sağ, salim olsunlar bana bu yeter, dedi Mehmet amca. Bastonunu aldı kalkmadan önce öyle bir şey söyledi, “Ben dokuz çocuğa baktım, dokuz çocuk bir bana bakamadı”, keşke teyzen değil ben önce ölseydim, bu günleri görmeseydim, dedi. Yüreğim burkuldu. Bunun üzerine ne denilebilir inanın bilemedim!
Onca senelerin sırtına yüklediği ağırlıkla, bastonuna tutunarak kalktı. Gideceğin yere ben götüreyim dedim kabul etmedi. Sen yolun karşısına geçir yeter, dedi. Dediğini yaptım karşıya geçirdim. Bana döndü sağol oğlum, ömrün uzun olsun, dedi.
Kaldırımdan ağır ağır gidişini bir süre izledim Mehmet amcanın.
Şimdi ise;
O mahalleleri...
Sokakları...
Mahallenin dürüst esnafları...
Güler yüzlü yardım sever dost komşuları...
Sabah çocuklarını Allah zihin açıklığı versin, diye yolcu eden anneleri babaları…
O erdemleri ancak siyah beyaz fotoğraflarda arar olduk.