Dün akşam televizyon izlerken bir profesörün sözlerinde dikkat kesildim. Dünya nasıl bir tüketim toplumu, ne kadar doğa düşmanı oldu. Yıkmadığımız, harap etmediğimiz bir metre kare yeşillik kalmadı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. “Dün -Virüs nedeniyle sokağa çıkma yasağını kast ediyor- insanlar sokağa çıkmadığı için hava tertemiz oldu. İstanbul boğazında Yunuslar göründü, memleketim Pamukkale’de travertenler bembeyaz oldu,” diyordu…
Profesörün anlattıklarını dinlerken, yıllar önce yaşadığım bir anımı anımsadım.
Günler kısadır kış ayları, zaman çabucak tükenir. Anadolu’nun köy ve kasaba yaşamında kolay geçmez. Çocuk yaşlarda yapabileceğin birşey yok, üstelik çok sınırlıdır.
Büyüklerin yaşadıklarını, bazen de doğruluğu, gerçekliği belli olmayan hikâyeleri dinler ve dinlediğim anılar ve masallarla uykuya dalardım o yaşlarımda. Anlatılan masalların zihnimde canlanması kolay olsun diye gözlerimi kapar, ağızdan çıkan her anlatıya kulak kabartırdım.
Melek gibi daldan dala uçar, her yere kolayca ulaşırdım. Kötülerin düşmanı, zayıfların kurtarıcısı olurdum çoğu zaman. Büyüklerin anlattıkları hikâyeler çok farklı gelirdi. Her gün aynı şeylerin bir kez daha anlatılmasını isterdim. İyilerin koruyucusu olmam benim açımdan çok önemliydi.
Bazen anlatıcılar, “yani büyükler Yeter ha!” deseler de yoğun ısrarlarıma dayanamaz yine, yeniden anlatırlardı. Beni hayal denizine sürükleyen masal yaşamı içinde derin uykuya dalardım.
Bazılarımız merak eder belki, acaba bu anıların içeriği nedir? Diye. İzah etmek gerekirse, anlattıkları genelde köylerde kışın anlatılan gerçek yaşanmış olaylar ve gerçekliği bilinmeyen masallardır. Özellikle de benim pür dikkatle dinlediğim yabani hayvanlarla yaşanılan hikâyelerdi.
Gerçekte anlatılanların birçoğuyla yaşamımızda karşılaşma şansımızın olmadığını çocuk yaşta bilemezsiniz. O yaşlarda hep merak eder, varlığını düşünürdüm. Büyüklerimizin anlattığı o yabani hayvanlarla hiç karşılaşmamıştım. Bir yandan çok merak ediyor ve onları görmek istiyordum; diğer yandan ise korkmuyor da değildim.
Köy ve yaban yaşamının rüyalarımı süslediği bir zaman diliminde, yaklaşık sekiz yaşlarındayken ilk kez köyden ayrılmıştım. Ama anlatılan hikâyeler masallar hep zihnimdeydi ve silinmiyordu. Hâlâ o anlatılanları masal ve hikâyeleri işitir gibi olurum zaman zaman.
Sekiz yaşında ayrıldığımdan bu yan çok zaman geçmişti. İnsanlar en çok çocukluk ve gençlik anılarını ve yaşadıkları yerleri özlermiş. Her insanın özlediği gibi bende özlemiştim çocukluğumun geçtiği yerleri. Çokta görmek istiyordum işin doğrusu.
Onbeş sene önceydi. Ankara’dan otobüse bindiğimde derin bir his kaplamıştı yüreğimi. Acaba diyordum, çocukluğumun geçtiği yerler hala aynı mıydı? Çelik çomak, yakan top, bezden futbol topu yapıp oyunlar oynadığımız harman yerleri, güreş tuttuğumuz, halay çektiğimiz damların bacalarını merak ediyor, kendi kendime sorular soruyordum. Aslında birçok şeyi duyduklarımdan dolayı biliyordum fakat yine de merak ediyordum.
Köye giderken dağların oluşturduğu derin vadilerden, yamaçlarından hızla geçiyordu otobüs. Doğanın mis gibi çam kokusu otobüsün içini dolduruyordu. Hele de Akdağmadeni’nin muhteşem ormanını, orman köylerini görmek, izlemek harika bir duyguydu. Ormanın içinden geçerken dağlardan şırıl şırıl inen kaynak suları, kuş sesleri de cabası…
Otobüs, gürül gürül akan bir pınarın başında mola verdiğinde, pınardan şırıl şırıl akan suyun sesi ormanın sessizliğinde sanki bir Anadolu ninnisi gibi geliyordu kulağıma…
Uzun süren yorucu bir yolculuk sonrası tezek kokusunu ciğerlerimize kadar hissedebildiğimiz köyümüze ulaşmıştım.
Eşyaları konuk olduğum eve yerleştirip, etrafı keşfetme turlarına çıkmıştım ki; köyün okulunun öğrenci olmadığından dolayı kapanmış olduğunu gördüm. Yüzlerce öğrencinin bahçesinde koşturduğu, içerisinde cıvıl cıvıl çocuk seslerinin yankılandığı bina tam bir virane olmuş. İçimde derin bir acı hissetim. İlkokula burada başlamıştım. Bir anda o günleri anımsadım. Anılar film şeridi gibi kayıp gitti. Köyde yaşayan üç beş hane dışında ne okul, ne öğrenci, nede öğretmen.
Gözüme koca koca görünen evler, ulaşılamaz dağlar küçülmüştü adeta. Buralara köy demek artık olanaksız, herşey öksüz kalmış. Tarım yok, hayvancılık yok, köyün olmazsa olmazı yumurta bile yok. Hayalimdeki köy emekliler şehri olmuş. Ne yazık ki köylerde tüketim toplumunun bir yansıması olmuş.
Gürül gürül akan dereler, gözeler bir kurumuş. Çocukluğumda buz gibi suyundan içip, derelerinden geçtiğim, bin bir türlü çiçeğin ve böceğin olduğu o güzel dağlarına çıktım ve ayaklarımın altında kalan köyleri türküler çığırıp, tıpkı hediyesine kavuşmuş çocuk gibi mutlu, ışıltılı ve gülen gözlerle seyre daldım.
Dikkatimi çeken bir diğer şeyse, dinlediğim hikâyelerin, masalların olmamasıydı. Misal, evimizin arkasındaki dağdaki ağaçlar, şimdilerde benek benek gözüken ağaç toplulukları önceden geniş bir orman yelpazesiydi. Peki, ne olmuştu? Öğrendiğim kadarıyla bir kısmı yakılmış, bir kısmı kesilmiş, bir kısmını da tırtıl yemiş ve yok olmuştu meşe ağaçları.
Düşünmekten edemiyorum. Ne kadar doğal, bir o kadar da güzeldi köyler ve yöreler. Yol boylarını papatyaların, gelinciklerin süslediği, kırlarında bin bir çiçeğin açtığı, dağlarında börtü böceğin öttüğü ve yamaçlarında türkülerin yankılandığı köyler nerede kaldı? Artık diyorum ki dağlarımızda uçan güvercinlerin yine kanat çırpışları duyulsun. Bize emanet bırakanların olduğu gibi, çocuklarımıza, torunlarımıza geceleri anlatabileceğimiz güzel anılarımız, hikâyelerimiz olsun.
Kısa köy ziyaretinin hafızamda bıraktıkları bunlarla sınırlıydı. Ne büyüklerin anlattığı o köy hikâyeleri, ne de o yabani hayvanların büyüsü kalmıştı. Biz, o mor dağların bahar kokulu çiçeğiydik bir zamanlar.