Amacım “Bu şehr-i Londra’nın bir sengine Acem mülkü feda” etmek falan değil, sadece özelliklerini anlatmak ve güzelliklerini örnek almak, çirkinliklerinden ders çıkarmak.
Şehir, bildiğiniz üzere, İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan oluşan Birleşik Krallığın başkenti.
Bir zamanlar “topraklarının üzerinde güneş batmayan” Birleşik Krallıkta güneş artık, ülkenin en doğusunda da, en batısında da hemen hemen aynı zamanda batıyor. Yani artık Dünyaya hükmeden İmparatorluktan eser kalmamış. Ama adamlar hala, ticarette, finansta, eğitimde, kültürde, sanatta ve daha bir çok alanda Dünyanın önde gelen devletleri arasında yer alıyor. Hele hele dış siyasette. Resmi dış politikaları yanısıra saman altından su yürüterek yaptıkları, gölgede kalıp kuklaları kullandıkları dış uygulamaları eskiden olduğu gibi şimdilerde de gücünü sürdürüyor.
Londra’nın iki bin yıllık tarihi var. Britanya’yı işgal een Romalılar tarafından MS. 48 yılında kurulmuş. Romalılar bu şehire Londonium adını vermişler.
Son zamanlarda dikey mimariye geçilmeye başlanmışsa da şehirde genellikle yatay mimari sözkonusu olduğundan kapladığı alan, çevresiyle birlikte 1700 kilometrekare.
Romalılar Londonium’u Thames Nehrinin kuzey kıyısında kurmuşlar. Zaten Dünyadaki hemen hemen tüm yerleşim birimleri “su” kenarına kurulmamış mıdır?
Kent daha sonraları Thames’in güney kıyılarına da yayılmış. Lakin kalbi, merkezi hala kuzey kıyısında. Özellikle bu bölge Dünyanın en büyük finans merkezlerinden birini barındırıyor. Ayrıca moda, kültür, sanat, ticaret, eğitim, bilim, sağlık, eğlence, medya, gemicilik, bankacılık, sigorta, turizm ve daha bir çok alanda alemin nabzı burada atıyor.
Haa, unutmadan ilave edeyim, Dünyanın saati de buradan başlıyor. Greenwich’teki rasathaneden geçen 0 numaralı meridiyen GMT’yi (Greenwich Mean Time) yani, saat zaman dilimlerini 00.00 olarak buradan başlatıyor. Her devlet de saatlerini buna göre düzenliyor. Belki “her devlet” derken bir hata yaptım. Bazı devletler, her ne kadar GMT’den hareket etseler de, her nedense yaz kış hiç değiştirmeden uyguladıkları saat dilimini ülkelerinin meridiyen aralığına göre değil de Suudi Arabistan’da, Kabe’nin üstünden geçen meridyene göre düzenliyorlar. Her halde bizim bilmediğimiz bir hikmeti vardır bu uygulamanın.
Londra 18. Asrın başlarından taa Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar Dünyanın en kalabalık şehriymiş. 1750’lerde nüfusunun 3 milyon olduğunu bir yerlerde okuduğumu hatırlıyorum da sonra ne olmuş bilmiyorum. Ayrıca, bahse konu dönemde, bugün 1.5 milyarı bulan, belki de aşan nüfuslarıyla Dünyanın en kalabalık iki ülkesi olan Çin ve Hindistan’da nüfus sayımının yapıldığını, şehir nüfuslarının saptandığını hiç sanmıyorum.
Londra’nın merkez nüfusu 10 milyon civarında. Bu rakam onu, İstanbul, Moskova ve Paris’ten sonra ,Avrupa’da dördüncü sıraya koyuyor.
Metropol olarak ele aldığımızda ise nüfusu 15 milyona kadar çıkıyor.
Şimdi bu 10-15 milyon gibi rakamları duyduğunuzda Londralıların hepsinin İngiliz olduğunu sanmayın. Aslında Britanyalı İngilizler, Londra’da yaşayanların ancak yarısı. Hatta belki de azınlıktalar. Tıpkı bazı ülkelerin bazı şehirlerinde yerel halkın azınlıkta kalıp çoğunluğu göçmenlerin oluşturması gibi
Geçmişte sayısız ülkeyi işgal edip sömürgeleştiren İngilizler zamanla o ülkelerden gelip yerleşenler tarafından bugün adeta işgal edilmiş durumda. Eee, ne ekersen onu biçersin, değil mi?
Sonradan İngiliz vatandaşı olanların bilmem kaçıncı kuşaktan torunları bugün her alanda en üst düzeylere ulaşmışlar. “Her alan” dedikten sonra teker teker saymama gerek yok ama, bir tek alandan, siyasetten bir kaç örnek vermek durumu yeterince açıklığa kavuşturur sanırım. Örneğin Lonra’da Belediye Başkanının adı Sadıq Khan. Yetmedi. küçük geldiyse Başbakan Rushi Sunak’ın adını da zikredebiliriz.
72.5 milletten insan yaşıyor Londra’da. Adeta Babil Kulesi. Aklınıza gelen gelmeyen her ulustan, dinden, dilden, renkten, kültürden , cinsten insanlar var burada. İçinde her şeyin yer aldığı tam bir “Minestrone Çorbası” yani.
Britanyalı İngilizlerden sonra en büyük gurup Hindistanlıların, Pakistanlıların, Bangladeşlilerin oluşturduğu Alt Kıta gurubu. Ardından Afrika ve Karayipliler geliyor. Araplar, Uzak Doğulular, Ingiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth) vatandaşları, eski devirlerde ülkelerinin vatandaşları, say babam say.
(Ara Not: Gözlerimin tedavisi için ayda, iki ayda bir Harlow Town’daki Princess Alexandra Hastahanesine gidiyorum. Müracatta oturan kişi Pakistanlı. Kaydımı yaptırdıktan sonra tetkik bölümüne geçiyorum. Bana bakan üç hemşireden biri Kübalı, diğeri Sudan, Suvakinli, Üçüncüsü ise Nepalli. Gözüme iğne yapılacaksa bu ameliyeyi yapan doktorlardan biri Hintli, diğeri Bangladeşli. Yani hiç biri İngiliz değil.
Aaa,bir de Hastahanenin Göz Bölümünün başındaki Profesörden de bahsetmeliyim, değil mi?. Adam…..Türk)
Türk dedik de peki ya Türklerin durumu ne ?
Eskiden konsolosluklarda vatandaş kayıtları tutulurdu. Şimdilerde bu uygulamaya son verildiği için sağlıklı bir rakam yok. Kimileri Londra’da 300-400 bin vatandaşımızın yaşadığını söylüyor. Bazıları “yok artık” itirazını yapıyorlar. Daha da ileri gidip rakamı 500-600 bine çıkaranlar da var. Hangi rakamın doğru olabileceğini bilmiyorum. Bu sayılara Kuzey Kıbrıslı kardeşlerimizin dahil olup olmadığı hakkında da fikrim yok. Söyleyebileceğim tek şey, şehrin özellikle kuzeyindeki bazı semtlere, mahallelere giderseniz hiç vatan hasreti çekmeyeceğiniz. (Bu konuya ileride siyasi hayatı yazarken tekrar döneceğim).
Ya dini inançlar.
Tabii ki en büyük gurubu hristiyanlar oluşturuyor. Katolikler, protestanlar da var ama halkın çoğu Anglikan.
Hristiyanlar Londra’da en büyük dini grubu teşkil etmekle birlikte azınlıktalar.
İkinci gurubu, inanılması zor olabilir ama dini olmayanlar teşkil ediyor.
Ardından müslümanlar geliyor. Bir sonraki gurup Hindular ve Budistler. Onları da, tahmin ettiğiniz gibi, yahudiler izliyor.
Her dini inancın ibadet yerleri var, tabiatıyla. Sayı bakımından en yüksek sırayı kiliseler almakla birlikte bunların çok büyük çoğunluğu eskiden yapılmış. Yeni yapılanlar parmakla sayılacak kadar az.
İkinci sırada Camiler geliyor. İrili ufaklı birçok cami, mescid var şehirde. Hemen tamamına yakını son yıllarda yapılmış. Bir bölümü kentte yaşayan müslümanlarca yaptırılmış, buna mukabil çoğunun finansmanı petrol zengini ülkelerden gelmiş. Parayı veren düdüğü çalar misali camiyi yaptıran her kimse kendi mezhebini yaymaya çaba gösteriyor. Tabii ki tarikatlar, cemaatler, din-kuran kursları sürüsüne bereket.
Ulusları ve dinleri sıraladıktan sonra sıra geldi konuşulan dillere.Tabii ki asıl kullanılan dil İngilizce. Lakin farklı guruplar bu dili o kadar değişik biçimde telafuz ediyorlar ki o güzelim İngilizce kolayca anlaşılır olmaktan çıkıyor. Yollarda, mağazalarda, hastahanelerde, pastahanelerde velhasıl bilumum hanelerde müthiş bir kakafoni hakim. Hele otobüslerde birbirleriyle veya telefonda bağıra çağıra kendi diliyle konuşanlar arasında İngilizceyi duymak sanki mucize haline gelmiş durumda. Havvara güvvara durumu yani, insan bazen “ben neredeyim yahu” diye düşünüyor. New York’taki Birleşmiş milletler binasının koridorlarında dahi bu kadar değişik lisana, farklı aksana rastlanır mı bilmem.
Bu günlük yerimi doldurdum herhalde. Bir sonraki Londra’nın ikliminden, ulaşım durumundan, parklarından , müzelerinden bahsedecğim, yerim müsaade ettiği ölçüde.