Zamanın kıymetini bilmek lazım! Hayatın akışı içinde farkında olmadan kaybolup gidiyoruz. Zaman, avuçlarımızdan kayan incecik kum taneleri gibi. Teknolojinin, rutinlerin, hızla akıp giden günlerin telaşı içinde neyi, kimi ve hangi anları kaybettiğimizin farkına bile varamıyoruz. Oysa ki her saniye, dakika bir daha geri gelmeyecek kadar kıymetli birer hazinedir.
Geçen gece bunu derinden hissettim. Uyku bir türlü gelmeyince su içmek için kalktım. Ama içimde bir huzursuzluk vardı; sanki geçmişin bir yerlerde beni beklediğini hissediyordum. Pencereyi açtım. Soğuk, rüzgârlı bir Ankara gecesi karşımdaydı. Gözlerim, şehrin ışıklarında yıldızların pırıltısını aradı. Rüzgâr hırçın ve güçlüydü, ama bir yandan da dingin bir melodi fısıldıyordu. Temiz hava ciğerlerime dolarken derin bir nefes aldım; o an fark ettim ki bu sıradan hareket bile ne büyük bir nimet. Nefes almak, aslında hayata sessiz bir teşekkürdür.
2020 yılında, bir gece uyku tutmamış evde yalnızdım. Dışarıdaki dünya, pandemiyle birlikte yavaşlamış gibiydi. Hayatın hepimizi kendi içine çektiği bir durgunluk vardı. Sessizlik bazen insanın içine işliyor, zihnimi dalgalandırıyordu.
Kitaplıkta duran eski bir fotoğraf albümü gözüme çarptı. Epeydir açmadığımdan kapağı hayli tozluydu ve zamanın üzerinde iz bıraktığı belli oluyordu. Kim koymuştu oraya? Bilmiyorum. Benim dışımda evde bazen arkadaşlarım gelir gider. Belki onlardan biri göz atıp, sonra kitaplığımdaki kitapların üzerine iliştirmiş olabilirler. Her neyse elime alıp kapağını açtım ve geçmişin sıcak bir kucağına düştüm.
İlk sayfada, siyah-beyaz bir aile sofra fotoğrafı karşıma çıktı. Annem, elinde sıcacık gözlemelerle sofranın kalbinde duruyordu. Yüzündeki gülümseme, çocukluğumun huzur dolu anlarını çağırdı. Babam başındaki fötr şapka ve boynundaki gravatıyla sofranın köşesindeydi. Kahkahaları ve anlattığı hikayeler, sanki albümden taşarak odayı doldurdu. Anneannem, kırışmış yüzünde yılların birikimini taşıyordu; bilgelik ve huzur dolu bakışlarıyla bizi izliyordu. Fotoğrafın diğer köşesinde abim, iki ablam ve kız kardeşim vardı; ellerinde oyuncakları bayram sevincini gözlerinde taşıyan kahramanlar gibiydiler. Yanlarında duran Ankara kedimiz Pamuk ise bu manzaranın adeta sessiz tanığıydı. Gözleriyle bizlere bakıyordu, sanki mutluluğun sıcaklığını hissetmiş gibiydi. O an, bu küçük detayların bile hayatın gerçek zenginliğini oluşturduğunu fark ettim.
Bir sayfa daha çevirdim. Bu sefer köyde tarlaların olduğu bir yaz günü karşıma çıktı. Ayakları çıplak, toprağın sıcaklığıyla neşelenmiş bir çocuk. O çocuk benim işte. Elimde bir demet papatya, anneme götürmek için koşturuyorum. Gözlerimdeki sevinç, o saf çocukluğun ta kendisiydi. Düşündüm: en son ne zaman böyle saf bir heyecan hissettim? Bir papatyanın masumiyetine ne zaman dikkat ettim?
Sonraki sayfada karlı bir Ankara sabahı vardı. Bağlar Caddesindeki evin bahçesinde, arkadaşlarımla kartopu oynuyoruz. Yanağımın soğukla kızarmış halini hatırladım. Kardan adam yaparken ellerimizi ısıtmak için birbirimizin kahkahalarına sığınıyoruz. Karın sessizliği, kahkahanın sıcaklığı. İşte bu, zamanın en güzel tezatlarından biri!
Bu kareler, geçmişin dokusunu hissedebileceğim birer hazineydi. Sanki her biri bana şunu söylüyordu: “Bunlar sadece fotoğraflar değil, hayatının gerçek mirası.” Anılar, insanın ruhuna dokunan sessiz hikayelerdir. Onlar olmadan kim olduğumuzu hatırlayabilir miyiz?
Bugün o albümle geçirdiğim zaman bana şu dersi verdi: Sahip olduklarımızın kıymetini bilmeliyiz. Çünkü hayat, her anıyla eşsizdir. Sağlığımız, sevdiklerimiz, nefes aldığımız her yeni gün. Bunlar, insana verilen en değerli armağanlardır. Günlük hayatın karmaşasında unuttuğumuz ne varsa, aslında bizi biz yapan şeylerdir.
Hayat bir sanat ve her an bir tuvale işlenmiş bir fırça darbesidir. Bu yüzden, her nefesi derin anlamlarla doldurmalıyız. Çünkü bir gün, sadece o anılar kalacak; ve geriye dönüp baktığımızda, “Zamanın kıymetini bilmek ne kadar değerli bir erdemmiş” diyeceğiz.
İşte bir kare fotoğrafın hissettirdikleri!