“Mutlu olmak için büyük nedenlere gerek yok. Cebimde 75 kuruşum var, havada bahar.” demiş ya şair. On üç yaşında hayalleri ve umutları elinden alınan bir çocuk gibiydim.
Mutsuzdum. Mutsuzluğumun sebebi neydi, bilemiyordum. Sürekli düşünüyordum. Ortaokula başladığım yıl yaz ayında, birçok babanın oğlunu motive etme amaçlı söylediği, “Okumazsan seni çırak veririm,” sözünü babam da bana söylemişti.
Aslında mutsuzluğumun ana sebebi sanırım başka çocuklarla kıyaslanmamdı. Babamın komşu ve akraba çocuklarıyla beni kıyaslamasına ifrit oluyordum. Genelde bu söz lafta kalırdı, biliyordum. Sadece babaların blöfüydü. Babamın blöf yapmadığını, yaz tatilinin ertesi günü beni alıp Demirtepe GMK Bulvarı’nda bir akvaryum imalatçısının yanına çırak verdiğinde anlamıştım.
Namık Kemal Ortaokulu’na başladığım ilk yılın yaz tatiliydi. O gün hayatımın ve hayattan beklentilerimin bittiğini sanmıştım. ”Kaderim buymuş demek ki!” deyip katlanacaktım çaresiz. Oysa ne hayallerim vardı benim. Şair ya da müzisyen olmak istiyordum. Orkestra kurup, sahnelerde yerimi alacaktım. Ablam Almanya’daydı. Mektup yazıp elektrogitar istemiştim ondan. Ablamsa “Gitar, gitardır,” deyip basgitar göndermişti; ne bilsin garibim. Ablama isyan etmiştim. Annem çok kızmıştı bana; “Elin gâvurunun memleketinde çalışıyor, sana saz (Annem saz diyordu) gönderiyor, sen ise beğenmiyorsun eşek sıpası.”
Şimdi gitarım da gelmişken bu akvaryumcu çıraklığı reva mıydı be baba?
Hayal ederdim hep; Kızılay’da Atatürk Bulvarı’nda yürürken, elimde gitarım, uzun saçlarım rüzgârda savrulacaktı. Yanımdan geçenler, dönüp arkamdan bakacaklar... İspanyol paça pantolonum bacaklarıma dolanacak, fit dar gömleğimin büyükçe yakası ceketimin üzerinden sarkacak. Hülya’nın beni böyle görmesini hayal ederken, bu çıraklık nereden çıktı baba ya.
Aslında ben ne olmak istiyordum -şair mi, müzisyen mi?- açıkçası ben de tam bilmiyordum. O yaşlarda her ergen gibi ben de ayran gönüllüydüm. Her gördüğümün peşinden sürükleniyordum. Aslında şairliği yakıştırıyordum kendime. Bir kere duygusal biriydim. Çöpten kâğıt ve hurda toplayan çocukları gördüğümde yüreğim burkulurdu, çok üzülürdüm. Üstelik şiir defterim bile vardı. Arkadaşlarımın hatıra defterlerine yazmışlığım da vardı. Mesela;
Hülya’nın defterine “Mazideki izler, hayattaki pürüzler, sana bakan gözler, daima seni özler” diye yazmıştım. Hülya pek beğenmişti. Karar vermiştim; kesin şair olacaktım.
Yıllar geçti, köprünün altından çok sular aktı. Ne Müzisyen olabildim, ne de şair. Mutsuzdum. Mutsuzluk! Hem mutsuzluk ne demekti? Birine sorsam, “Bilmem, biz mutluyuz.” derdi sanırım. Belki de yaşayan herkes mutluydu!
Bir gün Türkçe öğretmenimize sormuştum; “Mutsuzluk nedir öğretmenim?”
“İnsanın mutlu olmamasına, mutsuzluk denir çocuğum.”
Cevap bu mudur öğretmenim? Senin okuduğun okulda bunları mı öğrettiler size, diye sormak gelmişti içimden ama ne çare.
“Sen boş ver şimdi mutsuzluğu, mutluluğu. ‘Ağaç’ kelimesini cümle içinde kullan bakayım! Hadi evladım...” Öğretmenimin sorduğu soruya hazırlıksızdım.
“Bilemedin değil mi?”
“Hayır öğretmenim...”
“ Her haltı -mutluluğu, mutsuzluğu- bilirsin, derse gelince bilmezsiniz? Otur yerine. Sıfır...”
Çokbilmiş Gülseren’e dönüp, “ Sen söyle bakalım benim akıllı kızım,” demekten çok hoşlanırdı öğretmenimiz.
Yahu işte, Ayşe parmak kaldırıyor söz versene! Yok, illa parmak kaldırmayanlardan birini bulurdu. Sonra Ali’ye gelirdi sıra.
“Babam bana özgürlük aldı... Babam bana sevgi aldı...
Babam bana Sivas’ı aldı...”
“Baban sana Sivas’ı mı aldı? Yok, artık Ali, daha neler?”
“Babam bana ağaç aldı.”
Güldü öğretmen. “Maşallah Ali! Baban da sana her şeyi alıyor evladım.” deyip Ayşe’ye söz verdi.
“Bizim bahçede çok güzel ağaçlar var,” dedi Ayşe. Haklıydı. Bol ağaçlı, bir evde oturuyorlardı o seneler. Şimdi Ayşe’nin oturdukları eski sokaktan geçiyorum bazen. Ne ev kalmış ne bahçe... Neyse, öğretmen Ayşe’yi alkışlattıktan sonra bana döndü.
“Sen de ‘mutsuzluk’ kelimesini cümle içinde kullan bakayım şair oğlum.”
Hiç düşünmeden cevap verdim. “Babam bana mutsuzluk aldı,” dediğimde herkesi bir gülmek tuttu. Neyse ki, teneffüs zili imdadıma yetişmişti.
Yıllar sonra bir dostumla çocukluk yıllarından konuşuyorduk. Muhabbet bir hayli kıvamına gelmişti. “Usta, bir müzik aç. Muhabbetimize ortak olsun,” dedi.
“TV açmam, bıktım bu soytarılıktan.”
“ Radyo yok mu? Var tabi olmaz olur mu? Aç şunu. Nostalji olsun be usta.”
Radyo’yu açtım. Cem Karaca’dan Tamirci Çırağı şarkısı çalıyordu. Şaşırdık bir an, Öner’le göz göze geldik. Ya oğlum “Ya ne ballısın sen,” dedi.
“Ne oldu kardeşim, bal bunun neresinde?
Ya senin çırak verildiğini mevzuyu konuşuyorduk. Sanki rahmetli bize nispet olsun diye Tamirci Çırağı’nı söylüyor.”
“Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar, Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar.”
Şarkı bitti. Öner bağırdı ardından. “Oğlum getir çayları…”