Seksenli yılların ilk yarısıydı. Yılını net anımsamıyorum.
Mevsim ilkbahar, Nisan ayıydı.
Şarkışla'dan yola çıktığımızda akşamüstüydü. Bahar ayları gündüzler iyi olmasına karşın, akşamlar hava bir hayli soğuyor.
Yetmiş model Minibüsle Aşık Veysel festivalinden Ankara’ya dönüyoruz. Hani bayağı kalabalığız. Ali Özuğurlu, Muzaffer Şahin, Belkıs Akkale, Dilber Ay, İbrahim Şahinkuş, ben, Ali Rıza Şahinkuş’un da içerisinde olduğu bir gurup. Ayrıca başka müzisyenlerde var.
Yozgat’a yaklaştığımızda hava kararmak üzereydi.
Sivas, Ankara karayolunda bilinen her lokantaya, cafeye uğruyoruz. Ali Özuğurlu yolların tecrübelisi. Mesleği icabı her noktayı karış karış biliyor. Ekipte o senelerin popüler sanatçılar olduğundan, girdiğimiz hemen her mekânda masalar kuruluyor, hürmet, hizmet süper.
Benim gibi çömezlerde sanatçıların havasından istifade ediyoruz.
İlk uğradığımız mekândan çıkıp, tekrar yola koyulduğumuzda, birkaç kilometre gitmemiştik ki; Ali Özuğurlu sağa çek dur dediğinde, şoför sağa çekip duruyor. Dilber Ay, hemen itiraz ediyor. Ya babam daha yeni çıkmıştık, diyor. Ali abi eski bir tanıdığının mekânı olduğunu, kısa bir süre uğrayalım, diyor.
Renkli soluk lambaların aydınlattığı, düzayak bahçe içerisinde birkaç merdivenle inerek bir gazinoya giriyoruz. İçeride loş bir atmosfer, göz gözü görmüyor adeta.
Kesif bir sigara ve içki kokusu karşılıyor bizi. Gözlerim ve boğazım yanmaya başlıyor. Mekân sahibinin davet ettiği masaya oturuyoruz. Her ne kadar itiraz etsek te, mekan sahibi itirazımızı asla kabul etmiyor. Masamız yiyecek/içecekle donatılıyor. Kuşsütü eksik.
Kimsenin bir şey yiyeceği yok aslında. Daha yarım saat bile olmadı yemek yiyeli.
Dilber Ay durumdan sıkılıyor, Ali abiye patlıyor. Davudi sesiyle galiz küfürler sallıyor, Ali abiye (her zaman ki gibi). Lan oğlum yolda hangi mekanı görsen, otobüs şirketleri gibi çekiyorsun arabayı sağa? Söyle şu herife (mekan sahibini kastediyor) beni sinirlendirmesin? Çeksin masadan tayfasını? Ne bu yılışık yılışık? Emir eri gibi etrafımızda dönüp duruyorlar böyle.
Bir ara, gözüm sahneye kayıyor.
Sahnede esmer bir kadın şarkı söylüyor. Bir kemancı ve bağlamasıyla genç bir adam eşlik ediyor şarkıcıya.
Derin derin içilen sigara dumanı, loş ışığın yansımasıyla hüzmeler oluşturarak tavana yükseliyor. Allahtan kalabalık değil mekân. Her masada bir iki kişi oturuyor. İnsanlar kendini akşamın gizemine kaptırmış gibiler.
Tek başına bir adam öndeki masaya oturmuş, gözü esmer şarkıcıda. Yüksek sesle esmer şarkıcıya bir şeyler söylüyor.
Gürültüden şarkıcının duyması mümkün değil. Adam vücut hareketleriyle meramını anlatmaya çalışıyor ama nafile.
Esmer tenli şarkıcı sahnede “buğulu gözler” şarkısını söylemekte. Adam şarkının esrarına kapılmış, üçüncü kadehten sonra derin bir "aahhh" çekiyor.
Çok derinden kopup gelen bir aahhh dalga gibi yayılıyor.
Masanın üstüne rakı bardağa konmuş, buz kabıysa rakının yanı başında. Garson aheste aheste dolduruyor bardağı. Adam doldurulan bardağı, bir yudumda indiriyor mideye. Ardından bir kadeh daha.
Adam ikinci kadehten sonra derin bir duygu dünyasına girmek üzere.
Esmer içki çatlağı sesli kadın şarkıcı, buğulu gözler şarkısını söylemekte.
“Çocuklar çiçek sever
Kadınlar çocuk özler
Gülmeyi bilmedi hiç
Buğulu gözler…”
Şarkısı bittiğinde...
İçki çatlağı sesli esmer şarkıcı, kemancıyla masaları dolaşmaktalar.
Sonra adamın masasına geliyorlar.
Emret abi, diyor esmer şarkıcı. Ne çalalım sizin için?
Adamın gözleri kadehte, kafasını kaldırmadan sessizce bir cümle mırıldanıyor:
Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım “İstanbul'un” olur mu? Anlamında bir şeyler mırıldanıyor.
Evet, anlamında başını sallıyor esmer şarkıcı. Ve keman Avni Anıl’ın bestesi, Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştı İstanbul’un “Kürdîli Hicazkâr” makamlı şarkısına giriyor.
Yan masalardan da şarkıya katılanlar da oluyor tabi;
“Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde”…
Adam yalnız mıdır? Belki de!
Sevmiş midir? Çok sevmiştir, ama bir vakitler…
Ne vakitler sevdiğini hatırlayamayacak kadar geçmiş vakitlerde.
Çooook uzaklarda, bir kadın sesi kulağına çalınmış gibi
Adam irkiliyor biran, sağa-sola göz atıyor, sonra gözü yine bardakta.
Uzak bir Anadolu kasabasının bir yerinde, sıkıntılı havasını dağıtmak isteyen yüreği yaralı bir kadın sesiydi belki de.
Dilinde inceden ince bir nağme:
Canım doya doya “sarhoş” olmak ve dağıtmak istiyordu bu akşam…
Kadının gözlerinde Türkan Şoray “buğusu”…
Adam, esmer şarkıcı, kemancı, yan masadakiler, herkes sevmişlerde kaybetmişler, bir daha hiç bulamayacaklarmış gibiler.
Bulsalar artık o eski şarkılar, o güzel nağmelerde çınlamayacakmış gibi, hep bir ağızdan söylerler miydi? Bilmem.
Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde.
Uzak bir Anadolu kasabadaki sevdalı kadının gözlerinde buğu, bir de masada rakı kadehine dalıp gitmiş adamın gözlerindeki nem,
Birtek bu iki buğu sahici. Kadın ve adamın, gerisi yalan.
Şarkılar ve akşam, keman sesi ve yalnız adam, uzaktaki kadın ve kadehte rakı.
Etraf bu gece sus pus.
Mekân sessiz.
Şarkılar ayakta, buğulu gözler uykusuz.
Ardından,
Cem babanın bas bariton sesi bölüyor geceyi…
"Gecenin nemi mi düşmüş gözlerine
Ne olur ıslak ıslak bakma öyle
Saçını dök sineme derdini söyle
yeter ki ıslak ıslak bakma öyle..."
Adam,
Kemancı,
Uzaktaki yalnız kadın,
Esmer çatlak sesli sarkıcı…
Buğulu gözler şarkısını mırıldanarak.
Mantar gibi dağılmış halde ortadan kayboldular.
Dilber Ay’ın davudi sesiyle masaya döndüm. Hadi gardaşım sabah oldu, gidelim artık, diyordu.