Binlerce renk renk çiçeğin açtığı,
Yolda, yolakta bitkilerin boy verdiği,
Kuşların sürülerinin gökyüzünde uçtuğu,
Kaynağında gürül gürül suların aktığı,
Dağlarında, otlaklarında hayvanların barındığı,
Şuan Bir dağın yamacında olmayı ne kadar çok isterdim.
Her sabah kalkar, huzur ve esenlik içinde, türküler söyleyerek dağların sırtlarında dolaşmayı ne çok isterdim.
Çocukluğumda az da olsa dağları ve kırları bildiğimden, hâlâ o dağların ıtır ve kekik kokularını, ruhumun derinliklerinde hissederim.
Bir yamaçtan karşı yamaca seslendiğimizde yankılanarak, o ses tekrar bize dönerdi. Çocukluk işte, korkumuzu bu seslerle yenerdik.
Her sabah uyandığımda dağlara bakıp yüreğime bin bir çeşit renk, nakış nakış işlenir, güneşin rengiyle, gökyüzünün mavisiyle umudumu süslerdim. Çağlayan sulara, esen rüzgara bakıp bakıp sevinç pırıltılarını hissederdim, yüreğimde.
Çocukluğumda henüz bakir doğası, insanlar tarafından kirletilmemiş, bozulmamıştı kırların, köylerin. Yalanın, dolanın, kokuşmuşluğun hiç uğramadığı yerlerdi, buralar. Biz çocukların sevgisi, yeryüzündeki çiçeklerin renkleri gibiydi. Baharın sevgilisi nisan ayının ilk aşkı, masumluğun sultanı, suların saflığıydı, bizim gözlerimizde.
O yıllar nereden bilebilirdik, yaşamın ilk öpücüklerinin değdiği, al al yanaklarımıza, kırlarında, dağlarında açan bin bir çeşit çiçeğin, böceğin yok olacağını. Bir orkestranın nağmelerinden dökülen tınıları gibi nazlı nazlı akan pınarlarının kuruyacağını.
Hoyrat rüzgarlar inzivaya çekildiğinde, bahar rengi ılık ılık meltemler sarar, mis gibi kokularla dolardı, her bir yana. Narin yüreklerimizde dans ederlerdi, gün ışımasıyla. Dans ederdi, çiçekler, böcekler. Her bir yanda yaşam yeniden canlanır, su serperdi. Ruhumuzun derinliklerine, saçlarımıza, pırıl pırıl sulara güneş ışıkları vururdu.
Her sabah erkenden kalkar, çiçeklerle koklaşır, çiğdemleri okşar, kuşlarla, kelebeklerle konuşur, dağ tepe demeden güneşe gülümseyerek, mutlu bir şekilde kuzularının peşinde dolaşır dururduk. Yorulmak nedir bilmez, koşturur dururduk, kırlarda, bayırlarda. Her ilkbaharda, bereket tohumları ekilirdi, dağların doruklarına, her ilkbahar, umutlar yeniden yeşerip halaya dururdu, çiçekler.
Bazen düşünürüm yalnız kaldığım anlar.
Ah derim! Zaman zaman.
Çiçekleri,
Kuşları,
Kelebekleri bırakıp neden geldik, bu hoyrat şehirlere.
Geldik ve kocaman kocaman beton yığınlarının arasında sıkışıp, nefes alamaz olduk.
Elbette, biz çocukların elinde değildi bu tercih. Ailelerimizin iş, aş, ekmek uğruna başka yerlere göç etmeleriydi.
Maalesef, çocukluğumuzun ruhuna işleyen, yaşamında izler bırakan ne o kırlar kaldı ne köyler kaldı. Rantın ve paranın verdiği doyumsuzluk uğruna, suyumuzu, denizimizi, dağlarımızı, yeşilimizi yaşam kaynaklarımız yok ettik, etmeye olanca hızıyla devam ediyoruz.
İnsanlık şu an, yüzyıllardır çevresine ve doğaya verdiği zararların bedelini ödemektedir. Kişisel hırslarla, daha çok kazanmak arzusuyla, tembellikle, sorumsuzlukla doğaya zarar verenler, kendilerinin doğanın bir parçası olduklarını ve verdikleri zararın kendilerine döneceği gerçeğini göz ardı ettiler ve hâlâ da etmektedirler.