Kültür, bir millete şahsiyet veren, diğer milletlerle arasındaki farkı tespite yarayan, tarihin seyri içerisinde teşekkül etmiş, o millete has maddi ve manevi varlık ve değerlerin ahenkli bir bütünüdür.
Sosyal medya denilen “Gayya kuyusu” yaşamımıza girdiğinden bu yana, öyle bir duruma geldik ki; neredeyse kendimize ait bir özelimiz kalmadı? küçük dilimizi bile herkesle paylaşır olduk.
Her kişinin, her ailenin kendi arasında yaşayacağı özel an ve anları bile ortaya döker olduk.
Bırakın bazı özel anlarımız ve anılarımız kendimize kalsın. Herkesin bildiği bir özelimiz olabilir mi?
Bir ülkenin yazılı olamayan toplumsal değerleri vardır. Bu değerler yüz yıllar içerisinden, demlenerek, süzülerek günümüze kadar ulaşmıştır. Bizde bu değerleri bizden sonraki kuşaklara aktarmakla sorumluyuz.
Ailenin, evinize gelen misafirin, yemek yediğimiz soframızın bir mahremiyeti vardır? Geleneğimizde kültürümüzde. Belki içinizden diyeceksiniz kardeşim, mahremiyet mi kaldı, gelenek mi kaldı, sen neden bahsediyorsun?
Ne yazık ki öyle.
Oturuyoruz sofraya, ağızlar bir karış havaya açılmış, sofranın fotoğrafını çekip, büyük bir marifetmiş gibi insanların gözünün içine sokar şekilde sosyal medya da yayınlıyoruz.
Büyüklerimiz çok kızardı. “Evladım olan var, olmayan var”. Bu lafı duyan yerin dibine girerdi.
Yine, yaşadığım Ankara’da;
Önceki yıllarda kendiliğinden oluşmuş bir Ankara’lılık geleneği vardı. Yazılı olmasa da her Ankara’lı bu kurallara kesin riayet ederdi.
Örneğin;
Trafikte, yeşil ışığın yandığı ana kadar beklenir, herkes kendi kulvarında karşıdan karşıya geçerdi. Günümüzde olduğu üzere hiçbir birey, biri birinin üzerine bodoslama atlamazdı.
Toplu taşıma araçlarında sizden sonra binen büyüklere, kadınlara, çocuklara yer verilir, görmezden gelinmez, camdan dışarı seyredilmezdi.
İzin almadan satıcının malına dokunulmaz. Malın görünüşünü, kalitesini bozacak şekilde ellenmez ve bakılmaz, ücret konusunda fazla ısrar edilmezdi.
Müstakil evlerde pişirilen yemeğin kokusu dışarı taşacağını bilirdi annelerimiz. Nefistir çeker evladım denir, bir tabak mutlaka komşuya yollanırdı.
Vefat eden bir kimsenin evinde başsağlına gelenlere şimdi olduğu gibi yemek verilmez, cenaze sahiplerinin ihtiyacı komşular tarafından imece usulüyle karşılanırdı.
Ankara dışından gelen bir kişi adres sorduğunda, her Ankara’lı o kişiyi neredeyse sorduğu adrese kadar götürürdü. Şimdiki gibi oturduğu Ankara’yı tanımayan yok gibiydi.
Mahallede oyun oynayan küçükler kavga ettiklerinde, önce babalar ve anneler kendi çocuklarını haşlardı. Bugünkü gibi mahalle bir birine top yekün savaş ilan etmez, onlarca kişi yaşamını yitirmezdi. “Çocuk değil mi? Bugün kavga eder, yarın kardeş olur, denilirdi”.
Sokaklar çocukların oyun alanlarıydı. Korku yoktu, zaman sınırı yoktu, tacizci yoktu, tecavüzcü yoktu. Çocuklar sokaklarda sosyalleşerek büyüyorlardı. Güvenlik sorunu diye bir şey yoktu.
Bugünkü gibi olanaklara sahip olunmamasına karşın, bir çevre bilinci vardı. Herkes evinin önünü süpürmekle mükellefti. Sokağa “maske”, peçete, izmarit, don, gömlek, fanila atılmaz, ağaçlar intikam alırcasına yerinden sökülmez, sokak hayvanları tekmeleyerek öldürülmezdi.
Polisiye vakalar olurdu. Kan davaları haricinde kadın cinayeti nedir bilinen bir şey değildi henüz. Hem sevip, hem de onlarca bıçak darbesiyle, çocuğunun gözleri önünde bir anne, bir kadın cinayetine şahit olunmamıştı.
Bir komşunun ışığı yanmadığında diğer komşusu hemen birini o eve gönderir kontrol edilirdi. Hastamıdır başına bir şey mi geldi diye merak edilirdi.
Bir komşunun sıkıntısı, diğer komşunun kaygısı paylaşılır üleşilirdi. “bugün komşunun başına gelenin yarın kendisinin de başına gelebileceğini iyi bilirdi.
Bu toplumsal öğeler bir belgeye yazılmış metinler değildi. Toplumun birlikte yaşayarak öğrendiği, dayanışmanın ve üleşmenin sonucuydu.