Uzun kaftanıyla çıktığı zaman, siyah beyazlı yıllarda TRT ‘ye, televizyonun camına yapışırdım daha yakından görmek ve duymak için.
”Camların arkasında gece ve kar/Beyaz karanlıkta parlayan raylar/Umutsuz çaresiz sallanan eller/ Kavuşulmamayı anlatıyorlar.
Sarı sıcak yıllar, dünyanın en güzel sesiydi benim için. Bir müzik yarışmasında “Deniz üstü köpürür” parçasıyla birinci olmuştu. Ona karşı olan hayranlığım işte böyle başladı.
Duyduğum her yeni şarkısı beni yeniden heyecanlandırırdı. Babamla pikabı paylaşamazdık. Babam aşıkları dinlerdi, ben Türk pop müziği. “Oğlum ne anlıyorsun? Demirci dükkanını andıran gürültülü bu müzikten”, diye çok kızardı. Farkında olmadan, bir kuşak çatışması yaşıyorduk babamla. Ama sonuçta hep babam galip çıkıyordu. Pikap babamın tekelindeydi. Evde olmadığı anları iple çekerdim.
Çok severdim. Aradan geçen bir ömür sayılacak zamana rağmen sevgim, saygım hiç eksilmedi artarak devam ediyor.
Edip Akbayram’dan bahsediyorum;
Kızılay’daki gökdelenin katlarına üç büyük asansörle çıkılırdı. Devasa asansörlerdi. Yirmi kişi, belki daha fazla insanın bindiği olurdu. Her asansörün birde görevlisi vardı. Kumanda onlardaydı.
Onlar durdurur, kapıyı açar, inen iner, binen biner görevli düğmeye bastığında hareket ederdi asansörler.
1979 yılı, Selda Bağcan, Cem Karaca, Edip Akbayram, Barış Manço gibi, dev sanatçılarla yatıp kalktığımız seneler.
Arkadaşım Haver’in ofisine gitmek için gökdelenin girişinde asansör bekliyordum. Bazı zamanlar katlara çıkmak için asansör bekleyenler çok kalabalık olur, hatta sıra bile beklenirdi. Gideceğim ofis gökdelenin 12. Katındaydı. Kalabalığı görünce, merdivenleri yürüyerek mi çıksam diye düşündüm. Henüz on yedi yaşındaydım, ama gözüm yemedi, asansörü beklemek işime geldi.
Önümde bekleyen insan sayısı azalmış birkaç kişi kalmıştı. Asansör katları bir bir iniyordu. Nihayet giriş katına indiğinde kapı açıldı, Edip Akbayram ile karşı karşıyaydık. Benim için olağandışı bir şeydi.
“Deniz üstü köpürür, Kendim ettim kendim buldum, İnce ince bir kar yağar, Kükredi çimenler, Değmen benim gamlı yaslı gönlüme”, Türküleri dilden dile dolaşıyordu. Hey mecmuasında (müzik dergisi) boy boy fotoğrafları yayınlanıyor, bir sonraki hafta çıkacak dergiyi herkes gibi ben de iple çekiyordum.
“Deniz üstü köpürür” şarkısıyla altın orfe yarışmasını kazanmış, orkestrası dostlar gurubuyla “deyim yerindeyse” ortalığı kasıp kavuruyordu. Tahminen 1.65 civarı boy, 70 kiloya yakın, o koca yürekli adam karşımdaydı. İnsan ani gelişen olaylar karşısında bir an ne yapacağını, ne söyleyeceğini kestiremez ya işte öyle.
Ben dâhil kimsenin asansöre binmesi falan aklında kalmadı. Edip Akbayram’ın etrafında kendiliğinde bir halka oluştu. Ağzını açan imzalı fotoğraf istiyor. Yanında fotoğraf olmadığını söylediğinde çok üzülmüştüm. Tüh ya ne şanssızlık, diye de sitem ettim kendi kendime. O seneler cep telefonu olsa, hemencecik bir “selfie” çekerdim sanırım.
Yanında bulunan biri (muhtemelen Menejeriydi), arkadaşlar merak etmeyin, Edip abi iki bina ötede “Beethoven” gece kulübünde program yapıyor. Adınıza fotoğrafları imzalar, girişteki vestiyere bırakır, oradan alırsınız, dedi. Çantasından kağıt kalem çıkardı adlarınızı söyleyin, dediğinde işte bu, dedim. Akrabamız Ali abi adı geçen kulüpte, şef garsondu. “Beethoven” Bağcan’ların işlettiği bir mekândı. Selda Bağcan’dan “Sivas ellerinde sazım çalınır” imzalı 45’lik plağını da almıştım. Ali abinin sayesinde.
İsimlerini yazdıran diğerleri istedikleri imzalı fotoğrafı aldılar mı bilemem? Ziyarete geldiğim arkadaşım Haver’e daha sonra uğrarım nasılsa, dedim. Ardıma bile bakmadan “Beethoven” kulübünün kapısından içeri daldım. Ali abiyi akşam servisine hazırlık yapıyorlarken buldum.
Hayırdır yeğenim, soluk soluğasın?
İmzalı fotoğraf almaya geldim.
Ne fotoğrafı?
Edip Akbayram’ın. Anlaşıldı, dedi.
Derslerinede böyle istekli çalışsan hınzır, diye de lafını sokuşturdu Ali abi.
Umurum da bile değildi Ali abinin söyledikleri. Bir kulağımdan girdi, diğerinde çıktı. Sonra babacan bir edayla, merak etme. Akşam alır, sabah eve bırakırım, dedi. Geldiğim gibi uçarak geri çıktım kulübün kapısından.
Ali abi sabaha yakın çıkıyordu işi gereği. Ertesi gün öğle sonrası ancak kalkardı uykudan. Sabahı nasıl edeceğim merakıyla yanıp tutuşuyordum gün boyu.
Akşam eve döndüm. Bir salona giriyor, kâh odaya giriyor, arada bir camdan dışarı bakıyorum. Annem ne oldu oğlum, pirelenmiş it gibi dolanıp duruyorsun? Sabah okula geç kalacaksın yat artık. Umudum kesilince yorganı başıma çekip, sabahın hayaliyle uyumuşum.
Ali abiyle Bağlar caddesinde evlerimiz yan yanaydı. Ali abi iş dönüşü evin ışığının yandığını görünce kapıyı çalmış. Abim açmış. Uyudu mu senin hınzır? Diye sormuş. Abim, hayırdır Ali gece gece? Hayır hayır, diye elindeki zarfı uzatmış, al şunu Hamdi’nin başucuna koy. Yoksa o yarın öğleni edemez?
Sabah uyandığımda başucumda bir zarf duruyordu. Tahmin ediyordum aslında ama yine de heyecanla açtım “Hamdi kardeşime sevgilerle” İmza, Edip Akbayram. Mutluluktan ayaklarım yerden kesilmiş, adeta bulutların üzerindeyim. Kahvaltı bile yapmadan, okul yolundayım. Serde arkadaşlara hava atmak var.
Kendi elinden değil, ama Ali abinin eliyle almıştım, Edip Akbayram’ın imzalı fotoğrafını, bu da bana yeterdi.
Yıllarca sakladığım bu fotoğraf gibi imzalı plaklar, kasetler, kitaplar nice özel belgeler, 12 Eylül darbesinin kadrine uğramıştı. Okulda gözaltına alınıp, kısa bir tutukluluk sonrası, ev basılıp delil olur diye babam ne yazık ki hepsini imha etmişti.
Nasıl üzüldüğümü anlatamam!