“Hep aşağı doğru iniyoruz, ne zaman yukarı doğru çıkacağız?”
Ahmet amcadan hafızamda kalan ve asla unutamadığım bir cümledir.
Ne zaman ondan söz açılsa o “trajikomik” anıyı anımsar, üzülür, kendi kendime gülerim.
Yetmişli yılların başı!
Ahmet amca ve ailesi ile aynı sokakta oturuyorduk.
Bina çalışanıydı Ahmet amca.
Oturduğumuz binalar birbirine çok yakın mesafedeydi. Bir ev gibiydik neredeyse!
Bahsettiğim yıllar, ülkede olduğu üzere, Ankara’da lokal yaşanırdı hayatlar. Armudun sapıyla, üzümün çöpüyle uğraşmazdı insanlar.
Günümüzde en çok özlemini duyduğumuz insani değerlerin, üleşmenin ve paylaşımın yoğun yaşandığı senelerdi.
Günümüzün çoğu birlikte geçerdi. Özellikle çocuklarıyla.
Ya biz onlarda, ya onlar bizdeydi.
Dört kız, üç erkek, yedi çocuk babasıydı. Omuzlarında yükü hayli ağırdı Ahmet amcanın.
Çocuklarıyla aynı okulda okuyordum. Üç çocuğu ile yakın yaşlardaydım. Diğerleri benden küçüktü.
İki oğlu ile ayrılmaz üçlüydük.
İki kardeş ara sıra didişseler de birbirimizden ayrılmaz, mağaza vitrinlerini imrenerek seyreder, sinemalara birlikte giderdik.
Gölbaşı, Eti, Bulvar, Alemdar sinemaları mekânımızdı. Film izleme olanağımız olmasa da, Sinemaların panolarındaki afişleri seyreder dururduk. Ara sıra birilerine kaynak olur, parasız girdiğimizde olurdu.
Büyük oğlu Kemal, bizden iki yaş büyüktü. Avantajını bize hissettirir, hep ön planda olurdu. Yani ne yaparsak yapalım, yapacağımız bir eyleme sonuçta o karar verirdi.
Kemal hayli yakışıklıydı. Hayali artist olmaktı. Artist yarışmasına girmek için dergilere, gazetelere boy boy fotoğraflar çektirir gönderirdi. Bir yarışmada ilk aşamayı bile geçmişti. Daha sonra ne oldu bilemiyorum?
Ahmet amca çok cömert bir insandı. Herkese yardımcı olmaya çalışırdı. Evleri misafirhane gibiydi. Memleketten Ankara’ya gelen her kimse, adeta onların misafiriydi. Günlerce onlarda misafir kalırlardı.
Eşi, Hanım teyze bu durum sebebiyle hep sitem ederdi, Ahmet amcaya. Lakin Ahmet amca asla aldırmaz, cömertliğine davam ederdi.
Oturdukları eve tam kırk basamakla inilirdi. Pencere yok, ışık yok elektrikler yirmi dört saat yanardı.
Ahmet amca önde, biz ardından, uzun basamakları birer birer aşağıya inerken, şöyle demişti;
Galiz bir küfür savurmuş, anasını, avradını (...) memleketinde, diye.
Çocuk yaşlarımda sarf ettiği cümleyi anlamasam da sonraki yıllarda anlamıştım.
Olası sitemi şuydu!
Hep binaların bodrumlarında oturuyoruz, ne zaman üst katlarda oturup insan gibi yaşayacağız? İsyanıydı Ahmet amcanın.
Yıllar sonra bir kitap okumuştum.
Seksenli yıllarda, Almanya’da çalışmaya giden Türk işçilerinin yaşamlarını anlatan, Alman yazar Günter Wallraff’ın “En Alttakiler” kitabını okuduğumda Ahmet amcanın isyan sebebini yıllar sonra anlayacaktım.
Aslında çok haklıydı Ahmet amca!
Çalıştığı işin ne sosyal güvencesi ne geleceği vardı. Üstelik iş garantisi bina yöneticisinin iki dudağı arasındaydı. Bir tek kendisi değil, çoluk çocuğuyla birlikte çalıştığı binanın hizmetlisiydi. Mesaisi yirmi dört saat, tatili bile yoktu.
Anadolu’nun ücra köşelerinden, kentlere iş uğruna göçün yoğun yaşandığı yıllardı. Meslek yok, okur/yazarlık kıt.
Hal böyle olunca;
Öncelikle bir iş, sonra barınacakları bir konut!
Biraz şansı olanlar bina görevlisi (kapıcı) olarak işe girdiğinde iki sorunu çözmüş olurdu. Diğer yanda ise gündelik işlerde çalışanlar, iki gözlü bir gecekondu peşindeydiler.
Sonra, yıllar ardı ardına bir iki aktı gitti. Ahmet amca ve eşi Hanım teyze hayata veda ettiler.
Ahmet amca hayal ettiği yaşamı göremediyse bile, ne zaman çıkacağız dediği “üst” katlarda çocukları oturuyorlar.
Bugün yaşadığımız asıl sorunsa, kimse kimseyi tanımıyor bile?
Ömründen ömür veren o, güzel insanlara…
Selam olsun!