Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuduğum yıllardaydı (1966-1970). Talebe Birliği yine bir siyasi vesile bulup bilmem kaçıncı kez dersleri boykot etme kararı almıştı.
Başka şehirlerden gelen öğrenciler, ben de dahil,“Körün istediği bir göz, canımıza minnet” deyip hemen Ulus’taki otobüs garına koşturarak evimize kavuşabilmek için bilet peşine düştük.
Çoğumuzun bütçesi, bugünkü yerli ve milli bütçemizden farklı olmadığından en ucuz otobüs şirketlerini seçerdik. İstanbul için en ucuz seyahat hizmetini eski milli güreşçimiz Gazanfer Bilge’nin şirketi sunardı.
O zamanlar, rüyamızda görsek inanmayacağımız otoyollar , duble yollar olmadığından Ankara-İstanbul arası 10-12 saat sürerdi….tabii araç su kaynatmaz, lastiği patlamaz, Kargasekmez yokuşunda tıknefes olup kalakalmazsa eğer.
Bilet ücreti 10 liraydı. ”Amma da ucuzmuş” demesin o günleri görmemiş olanlarınız. Simidin 25 kuruş olduğu günlerden bahsediyorum.
Gazanfer Bilge’nin bir de “lüküs servisi” vardı. Ankara-İstanbul arasını hiç ara vermeden 8 saatte kateden bu otobüsler 15 liraydı.
Ailesi varlıklı olan arkadaşlarımız bu “lüküs servis” ile memleketlerine giderken adeta özel uçakla seyahat eden günümüzün zenginleri gibi kasım kasım kasılırlardı.
Öğrenciler yanı sıra ev iznine giden eratın, memurların ve emeklilerin kullandığı 10 liralık Gazanfer Bilge Otobüsleri bir kaç yerde “su ve ihtiyaç molası” verdikleri gibi bir de Düzce’de, yine eski milli güreşçilerden Hamit Kaplan’a ait “Turistik Dinlenme Tesislerinde” dururdu.
Dünyanın sırtını yere getirdikleri halde yaşlandıklarında hiç bir sosyal güvencesi olmayan eski milli güreşçilerimizin kendi aralarındaki dayanışmanın güzel bir örneğini teşkil eder bu işbirliği.
Hamit Kaplan’ın “tesisi”, fiyat ve lezzet bakımından son derece mütevazi bir lokanta, bedava bir tuvalet ile “Düzce Tütün kolonyası” ile son tüketim tarihini çoktan doldurmuş İzmit pişmaniyesi satan bir barakadan müteşekkildi. Pişmaniye kutularının sarılı olduğu son derece “al beni”li şeffaf kağıtları annelerimiz atmaz, saklar, bir başkasına verecekleri hediyeleri paketlemekte kullanırlardı.
Ne anlatacakken eski günlere dalıp gitmişim, bağışlayınız.
İstanbul’a vardığımın ertesi günü o zamanki adıyla Kadıköy Maarif Kolejinden arkadaşlarımla buluştum. Lise günlerimizde yaptığımız gibi vapurla Kadıköy’den Karaköy’e geçtik, oradan da Tünel ‘le Beyoğlu'na çıktık. Çiçek Pasajında bir bardak bira keyfimize keyif kattı. Yeşilçam Sokağı’ndaki figüran beyazperde emekçilerimin rol alabilmek ümidiyle sabahtan akşama oturup bekledikleri “Artistler Kıraathanesi’nde hesabı ödemecesine iddialı pişti partilerinden sonra hemen yakınlardaki oyun salonlarına geçip langırt oynadık bir süre.
Akşam olmak üzereydi, karnımız zil çalmaya başlamıştı. Yeşilçam Sokağı ile İstiklal Caddesinin birleştiği köşedeki Bab Kafeterya’da atıştırdığımız Rus salatalı sosisli sandviçler ile Ömür Ayranı düşen şeker seviyemizi normale yükseltti.
“Ee, şimdi napıyoruz? ”diye sordum.
Arkadaşlardan biri “Devekuşu’na gidelim” önerisinde bulundu.
Ben “Len bu saatte hayvanat bahçesine mi gidilir” itirazında bulununca cahilliğime gülmekten yerlere yattılar.
“Oolum, bu devekuşu hayvanat bahçesinde değil Sıraselviler’de”dediler.
Meğer devekuşu dedikleri “Devekuşu Kabare Tiyatrosuymuş. Alışılmışın aksine sıra sıra dizili koltuklarda değil, küçük masalar ve sandalyelerde oturulup bir yandan oyunu izlerken öte yandan da bir şeyler içilirmiş. Hiç görmemiştim, hiç duymamıştım. “Hadi gidelim” dedim.
Haldun Taner kurmuş burasını. Genellikle kendi yazdığı eserler sahnelenirmiş. Başrollerde her zaman Metin Akpınar - Zeki Alasya ikilisi oynarmış. Ahmet Gülhan’ı da unutmamak lazımmış.
O akşamki oyunun adı “Astronot Niyazi’ydi. İstanbullu taksi şoförü Niyazi’nin ilk Türk astronotu olarak çıktığı uzay yolculuğunda başına gelenleri anlatıyordu. Zeki Alasya bir harikaydı oyunda. Ama Niyazi rolünü üstlenen Metin Akpınar…….kelimenin tam anlamıyla şaheserdi.
Gülmekten kasıklarım ağırdı.
Görmemiş olanlarınız varsa bir yerlerden indirip seyretsinler, aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala beğeneceğinizden, güleceğinizden eminim.
Aradan yıllaaar geçti., parayı bastırıp (55 milyon dolarcık) ilk gerçek astronotumuzu uzaya yolladık. Alper Gezeravcı özel giysisi ile eldivenleri, botları ve vizörlü kaskıyla uzayda tur atıp salimen dünyamıza döndü. Uzayda bulunduğu sırada insanlığa büyük yararı dokunacağı kuşkusuz birtakım bilimsel deneyler yaptı. Bu deneylerin ne fayda sağlayacağını henüz bilmiyoruz amma olsun varsın, deney deneydir. “Hiç bir şey olmadıysa bile kesinlikle bir şeyler olmuştur”.
……………………..
Aslında ikinci astronotumuz benmişim ama farkına varmamışım.
Bakın şöyle.
Geçenlerde Tehirli Hava Yolları ile Istanbul-Bodrum arasında yolculuk yaptım. “Yörünge altı” uçuşumuz 1 saat on dakika sürdü.
Uçuş hızımız saatte 900 kilometre, yüksekliğimiz 30 bin fit’ti.. Dedik ya “yörünge altıyız”, artık ne demek oluyorsa bilmiyorum ama kulağa çok bilimsel gelen bir ifade. Herald, uzaya çıktığımız anlamını taşıyordur.
Bilet fiyatı “benim için büyük ama insanlık için küçük bir adım”….pardon.. meblağaydı . Kimse açıklamadığı için ben de açıklamıyorum lakin yakında kokusu çıkar zaten.
“Kemer ikaz ışıkları” söner sönmez diğer yolcularla birlikte ayağa fırladım. Kabin içi kamera görüntülerinden izlemişsinizdir mutlaka. Hiç birimizin üstünde öyle özel başlıklı uzay kıyafetleri falan yoktu. Hatta “ben bilmem ne markayım” diye basbas bağıran spor pabuçlar vardı hepimizin ayaklarında.
Önc, kendi penceremiz yetmezmiş gibi bir o pencereye, bir diğerine gidip dışarıya baktık. Sonra elle tutuşup halay çektik hep birlikte.
Bazılarımız sevinçten taklalar attı.
Tehirli Hava yollarının çoğu seferlerinde olduğu gibi uçak içi basınç düzenlemesi zaafiyetinden ötürü ayaklarımızın yerden kesildiği anlar oldu.
Yörünge altı yolculuğumuz kısa süreceğinden hemen yerime oturup deneylerime başladım. Tüm insanlığı bir yana bıraksam dahi benim için en önemli deney şeker hastalığım için kullandığım insülin kalemlerinin yörünge altı uzayda “doz verimliliğini test” etmekti. Kalemin kapağını açtım, her şey yoluna gözüküyordu.
Birinci testten sonra ikincisine geçtim. Hani hostese kızıp tepeniz atınca kafanızdan neler geçer ya işte onun testine giriştim. Ama böyle söyleyince etkili olmuyor. “Beyin prefrontal korteks bölgesindeki kan yollarının testi” dersek daha bilimsel oluyor.
Ve nihayet üçüncü teste geldi sıra. Tehirli Hava Yollarının, kabine bir sıra daha ilave edip yolcu sayısını arttırmak amacıyla sıkış tıkış hale getirdiği, temel insan haklarına aykırı bir işkence aletine dönüştürdüğü koltukların “omurilik sıvısının dinamikleri üzerindeki etkileri”” testini de de başarı ile ikmal ettim.
Vatana, millete, tüm beşeriyete müjdeler olsun.
Yörünge altı uzay aracımız Milas/ Bodrum Havaalanına biraz sertçe de olsa başarılı bir yumuşak iniş yaptıktan sonra uçağın kapısına yanaştırılan merdivenin başında durup pistte bekleyenleri iki elimi Özalvari kaldırarak selamladım. İnmeden önce başıma oturttuğum kafa bandına takılı pörsümüş şnorkeli andıran “kızılötesi spektroskopi ölçüm cihazı” ile çok havalı göründüğüme emindim…varsın astronot başlığım, özel giysim olmasın.
Bekleyenlerin hayranlık dolu bakışları arasında cebimden çıkardığım Türk bayrağını, hemen ardından da ana tarafımın geldiği Rumeli’deki Yenice i Vardar kentine izafeten İstanbul’da kurulmuş olan Vardar spor Kulübünün bayrağını açtım.
Ayrıca, Yeni Kaledonya’da sömürgeci yönetime karşı ayaklanan yerel halkı desteklemek amacıyla taktığım bileziği göstermek için yumruk haline getirdiğim elimi bilekten bükerek salladım. Macron’a kapak olsun.
Konuşmamı bitirdikten sonra “istikbal göklerdedir” dedim ve uzayı beni takiben gelecek genç Türk astronotlarına emanet ettim.
Pistte bekleyen meydan personelinin hayranlık, gıpta ve hayret dolu bakışları arasında terminale doğru yürüdüm.
Her ne kadar yaşantım boyunca çabalarıma karşılık birçok kişi ve kuruluştan defalarca” kol saati” almış olmama rağmen, bu kez büyüklerimiz diğer astronotlarımızdan farklı olarak bana kol saati vermedi. Bakalım Muğla Valisi, olmazsa Milas Kaymakamı, yahut Bodrum Belediye Başkanı da vermezlerse mahalle muhtarına başvurmazsam bana da Astronot Ahmet demesinler.
(Not: Bu yazının ikinci kısmında anlattığım fantezilerin gerçek olay ve kişilerle, tesadüfler dışında hiç bir benzerliği veya alakası yoktur. Kimse üstüne alınmaya, buluttan nem kapmaya)