Eskiden evlerimizde sürahiler vardı.
Evlerin masası üstünde sürahiler, yanında bir bardak, altına ve üstüne dantel örtüler konulurdu.
Keza televizyonlarımızın üstüne de.
Söz büyüğündü, su küçüğün. Boşa konuşmazdı büyükler. Heybelerinde yıllarının birikimi vardı. Büyüklere sevgide, saygıda ve hürmette kusur etmezdi küçükler.
Pencereler karşı karşıyaydı, kardeş gibi bakarlardı birbirlerine. Komşuluklar yalansız ve riyasızdı. Bir komşu açken, diğer komşusu tok yatmazdı. Bir evde pişen yemek yan komşuya da düşerdi.
Narin elleriyle patiskaya gül işleyen annelerin çocukları gurbete ya da askere gittiklerinde, dantelli mendiller dağıtılırdı konu komşuya. Sevinçler birlikte çoğalırdı, acılar birlikte azalırdı.
Sarı sıcak yıllarda hepimizin hayatı siyah beyazdı. Yılmaz Güney çirkin kraldı, Türkan Şoray sultan, Hulusi Kentmen babacan adamdı.
Külahlara ay çekirdekleri doldurup yazlık sinemalara gidilirdi. Yan gözle bakılmazdı kimsenin karısına, kızına. Mahalle abiliği raconu vardı. Kimin parası var yok ayrım yapılmaz, üleşilirdi bilet paraları.
Şimdi, eski Türk filmlerine bakın, bir de günümüzde yayınlanan dizilere, işlenen konulara, İnsanın yüreği kaldırmıyor.
Yitirilen sevginin, kaybolan saygının yok olduğunu hüzünle izliyoruz.
Hiçbir toplumsal ve insani yanı yok.
Yeşilçam filmlerinin birçoğu belki basit konuluydu, lakin içi sosyal içerikli mesajlarla doluydu. Bir kere Türk dilini çok iyi kullanıyor, toplumsal örf adetlere çok hassasiyet gösteriliyordu.
Küresel dünya düzeni denilen sistemde, Türk insanı, papaz kaçtı bile bilmezken, “kaptı kaçtı’yı”, zamanaşımını, paraları sıfırlamayı, ayakkabı kutularını çok çabuk öğrendiler.
Caddelerde kadınların çantalarını, emeklilerin maaşlarını bile artık kapıp, kaçıyorlar.
Bu korkunç düzenin öğreticilerinden biri de televizyon dizileri ve sosyal medya denilen gayya kuyusu değil mi?
Aşkta, işte nafakasını taştan çıkaracak kadar romantik jönlerin oynadığı Yeşilçam filmleri izledik yıllarca.
Şimdi ise ultra villalarda, son model araçlarda, ne yaptıkları bilinmeyen adamların ve şuh-cilveli kızların oynadığı televizyon dizilerinde, komşusunun karısını, kızını ayartan erkek müsveddeleri daha değerli, değil mi?
Yeşilçam filmlerinde her kötülük mutlaka cezasını bulurdu. Şimdi ise kötülüğü yapanlar omuzlarda taşınarak ödüllendiriliyor.
Türkan Şoray’ın gözlerinde akan güzellikleriyle, Filiz Akın’ın zarafetiyle, Hulusi Kentmen’in yüreğinden “Sevenleri ayırmayın,” diyen babacan sözleriyle, Adile Naşit ve Münir ustanın sıcacık aile sevgisiyle, ultra saraylarda çekilen dizilerin her türlü desise ve “alangirli” hoyratlıklarını yan yana getirebilir miyiz?
O tadına doyum olmayan düğünlerin yerini, kan gövdeyi götüren sahneler, basit bir tartışmada ya da anlaşmazlıkta silahını ateşleyen sokak çeteleri almadı mı?
Sevgi kitaplarının bütün sayfalarını bir bir yırtıp yaktılar. Bütün değerlerimiz ayaklar altına da ezilirken, toplum olarak hiç ses çıkarmadık, kulağımızın üstüne yatıp televizyonlarımızın karşısına geçip, yayılarak izlemedik mi?
Sevgiye, saygıya dair insani kırıntılar tükenirken, farkında olmadığımız, sevgisiz bir dünyanın doğurduğu acı gerçekle yaşıyoruz, daha da hoyratça yaşayıp göreceğiz ve görüyoruz.