Uykumun en tatlı anlarıydı o yıllar. Her sabah annemin ayak seslerine uyanırdım derin uykularımdan. Ev ahşap ağırlıklı bir yapıydı. Çıtır çıtır sesler eşliğinde ahenkle dolaşırdı evin içinde. Bizi kaldırmak için bilerek yapardı annem, bilirdim tabi. Hangi taraftan seslense, öbür yana dönerdim duymuyor numarası yapardım
Televizyonun kapanış saatine kadar yatmaz, sabahta derin ve tatlı uykumuzdan kalkamazdık. Annem sürekli uyarırdı. Sabah okul var kalkın yatın sabah kalkamayacaksınız diye.
Kimin umurunda...
Askerler nöbet değişimini yapar, İstiklal Marşı okunur, TRT’nin Televizyonunuzu kapatmayı unutmayın anonsuna kadar uyumazdım.
Özlemek mi! “Görsem boynuna sarılırım” sözcüğünde olduğu gibi nasıl özlüyorum o yılları.
Şimdi, bir müziğin melodisi gibi kulağımda hissettiğim Annemin haydi kalkın sesiyle uyanırdık her sabah.
Kahvaltı hazır. Elinizi yüzünüzü yıkayın hadi sofraya.
Okula, geç kalacaksınız sitemkâr ihtarı gelirdi ardından.
Biz kalkmadan Annem Kuzine sobayı yakmış olurdu.
Üzerinde güğümle sıcak suyu olmazsa olmazıydı. Çaydanlık sobanın müdavimiydi. Ekmeğin arasına köy çökeliğini yatırır, varsa bir iki dilim sucuk, üzerine biraz da tereyağı ilave edip fırına sürmüş olurdu…
Kahvaltıya oturduğumuzda nar gibi kızarmış tereyağlı ekmekler masamızda olurdu…
Yanında domates, salatalık, biber olmazsa olmazıydı tabi…
Kahvaltı sonrası çantasını sırtlanan, kapıdan bir bir çıkardı. Ben okula, abim ve ablam işe giderlerdi. Şimdi düşünüyorum da; O anlar, anemin bize yaşattığı tadına doyulmaz zamanlarmış.
Yetmişli yıllar, Büyükesat Bağlar Caddesi üzerinde ahşap ağırlık iki katlı, güzel mi güzel Ankara evlerinden birinde oturuyorduk. Birçoğumuzun bilebileceği “Türk Telekom” Yenişehir Binasının tam karşısındaydı. Bahsettiğim bölge çok güzel bağ evleriyle doluydu. Kocaman bahçeleri olan, asma yapraklarıyla özdeşleşmiş evlerdi.
Bahçemizdeki asırlık bir dut ağacı vardı. Üç kişinin zor kavuşacağı kalınlıktaydı. Nerdeyse mahallenin dut ihtiyacını karşılardı. Biz çocuklar, yazları dut ağacına çıkar sabahtan akşama kadar meyvesini toplardık.
Apartman yapmak amacıyla evin yıkılışını, dut ağacının büyük bir hızarla kestiklerini görünce, bir kenara sinmiş halde ağladığımı asla unutamam.
Bizim oturduğumuz ev ve diğerleri, zaman içinde hepsi bir bir yıkıldı. Yerlerini modern hapishanelere, ucube beton yığınlarına bıraktı.
Evimiz iki katlı ahşap ağırlıklı demiştim;
Biz alt katta oturuyorduk. Üst katımızda ise bekâr bir Polis memuru oturuyordu. Allah’tan bekârdı. Bizim gibi kalabalık bir aile otursaydı, gürültüden duramazdı.
Adamcağız nöbetten başını kaldıramaz, eve iki üç günde bir gelirdi. Geldiği zamanlarda uykudan başını alamazdı. Gelip gittiğinden nadiren haberimiz olurdu.
Evimizin geniş bir bahçesi vardı. Bahçenin bir duvarı iğde, diğer tarafı erik, kaysı, vişne, kiraz ve dut gibi meyve ağaçlarıyla çevriliydi. Bahçenin girişinde üç kişinin kavuşamayacağı bir dut ağacı vardı ki, neredeyse mahallenin dut ihtiyacını karşılardı.
Yaz akşamları, eve gitmek için Esat Caddesinden Tepebaşına yöneldiğimde iğde kokuları karşılardı beni.
Mart ayı ile bahçe işleri başlardı. Sebze ekme ve bakım işleri babama aitti. Çiçek bakımı ve düzenlemesi annemindi. Babam sabahtan akşama kadar sebzelerin bakım ve tanzimiyle uğraşırdı. Annem seslenmese eve girmezdi. Bitkilerle, ağaçlarla konuştuğunu sanırdım çoğu zaman.
Annem çok kızardı babama. Ben temizliyorum sen berbat ediyorsun diye. Lakin babam anneme aldırmaz, hep bildiğini yapardı.
Evin girişinde küçük bir bölüm vardı. Nisan ayından, Ekim ayının sonuna kadar sabah kahvaltıları ve akşam yemekleri orada yenirdi.
Misafirler de bu bölümde ağırlanırdı. Yaz akşamları büyüklerin sohbetine doyum olmazdı. Ankara’nın en sıcak günlerinde bile, akşam hafif bir meltem esintisi başlar, ağaç dallarının hışırtısı ile birlikte insana huzur ve dinginlik verirdi. Günün yorgunluğunu, stresini unutturur, ferahlatırdı.
Bir salon, salonun sol yanında iki oda, sağ yanında misafir odası vardı. Bir kapı da, Mutfak, Banyo ve Tuvalete açılıyordu.
Kat araları, üst katın duvarları ahşap ağırlıklı olmasına rağmen, bizim oturduğumuz alt katın duvar kalınlığı neredeyse bir metre kadardı. Bu sebeple kış aylarında çok soğuk olmazdı.
Sarı sıcak yıllarda, böyle bir çatının altında, ailece sıcacık anlar yaşadık. O seneler kimsenin çok şeyi yoktu. Var olanla yetinir, paylaşırlardı. Kimse bu derece doyumsuz ve açgözlü değildi. O evlerin sofralarında huzur vardı, sükunet vardı. Ah diyorum nerede o evler, nerede o yalın dostluklar, nerede o komşular...