Abdülmecit’in ölümünden sonra Osmanlı tahtına oğlu Murat değil, 1.Ahmet tarafından getirilen “Hanedanın ekber ve erşad” erkeğinin Padişah olması kuralı uyarınca babası 2.Mahmut'un bir diğer eşinden, Pertevniyal Sultandan olan yarı kardeşi Abdülaziz geçti.
(Ara not: Fatih Sultan Mehmet tahta geçince devletin bekası için kardeş katlini vacip gören “Nizam ı alem Kanunnamesi”ni çıkarmıştı. Bu uygulama asırlar sonra 1.Ahmet tarafından değiştirildi ve “ekber ve erşad” uygulamasına başlandı. Buna göre bir padişah öldüğünde tahta ailenin yaşı en büyük olan ve en tecrübeli erkek mensubu geçirilmeye başlandı. Abdülmecit’in ölümünden sonra oğlunun değil kardeşi Abdülaziz’in padişah yapılması bu kuraldan kaynaklanmaktadır)
Abdülaziz, hiç toprak kaybetmeyip üstelik Osmanlının topraklarını genişleten son Padişahtı.
Ayrıca, öldürülen son padişah olma etiketi de ona ait olacaktı.
Bir de “ilk ve tek” olma özelliği vardı. Kendisinden asırlar önce ordunu başında savaşa giden padişahlar dışında ülke toprakları dışına çıkan ilk ve tek sultan o oldu.
1867’de çıktığı Avrupa gezisinde Fransa’yı, İngiltere'yi, Belçika’yı, , Almanya’yı (Prusya), Avusturya-Macaristan’ı ziyaret etti. İmarator 3.Napolyon, Kraliçe Viktorya, Kral 2.Leopold, Kral 1.Wilhelm ve İmparator Franz Jozef ile görüştü.
“İtibardan tasarruf olmaz” fikrine uygun olarak saraylar, köşkler inşa ettirdi okullar açtı, orduyu yenilemeye çalıştı, ilk demiryollarını ve büyük tran garlarını (İzmir Alsancak ve Orient Express’in son durağı olan Sirkeci Garı) yaptırdı, lüzumlu lüzumsuz çok paralar harcadı.
Bu değirmenin suyu nereden geliyordu derdiniz?
Tabii ki dışarıdan.
Ağabeyi Abdülmecit zamanında alınan ilk dış borç sayısı, Abdülaziz öldüğünde onikiyi bulmuştu. Avrupalılar ellerini onuşturuyorlardı, hedefi onikiden vurmuşlardı. Osmanlı artık borç ödemek yerine faizini ödemek için dahi yeni borç almak durumuna düşmüştü.
“Bütün bunlardan bize ne, sadede gel, konuya dön” diyeceksiniz.
Haklısınız.
Sultan Abdülaziz’in yazımızın konusu ile ilgisi yabancı ülke vatandaşının arkeolojik kazı, araştırma vs yapmalarını izin/ruhsat şartına bağlamış olmasıdır.
Sadece İngiliz değil, başta Almanlar olmak üzere Avrupa’daki hemen tüm büyük devletlerin arkeologlarının, gezginlerinin, maceraperestlerinin, babalarının tarlasından domates toplar gibi yağmaladıkları arkeolojik buluntuları ülkelerine kaçırmalarının önlenebilmesi ve ülkenin tarihi eserlerinin korunması için büyük önem taşıyan “Asar ı atika Nizamnamesi /Eski Eserler Tüzüğü)” Sultan Abdülaziz tarafından 1869 yılında çıkarıldı.
Nizamnamede öncelikle Osmanlı topraklarında keşfedilmiş bulunan veya henüz keşfedilmiş olmayan tüm tarihi eserlerin Devlete ait olduğu vurgulanıyordu.
Arkasından, araştırma, röliyef çıkarma, rexim yapma, kazı…adı ne olursa olsun Arkeolojiyi ilgilendiren tüm çalışmalar izne/ruhsat alma koşuluna bağlanıyordu.
İzin sadece toprak altından çıkarılacak eserler içindi. Toprak üstündekilere dokunmak yasaktı.
Çıkarılan eserler Devlet müzelerine verilecek, ancak, aralarında çift olanlar varsa (ki çok nadirdir) yurt dışına götürülebilecekti. Eser tek ise dışarıya götürülmesi kesinlikle yasaktı.
Kazı Devlete değil de özel bir kişiye arazide yapılmışsa sahibine de pay verilmesi öngörülmekteydi.
Nizamname ile düzenlenen kurallara iki istisna da getirilmişti..
Kazılarda bulunan sikkelerin yurt dışına götürülmesi serbestti.
Bir de, yabancı bir devletin resmen talep etmesi halinde Padişaha özel izin verme hakkı tanınıyordu.
Bu Nizamnamenin bir önemi de Osmanlıda kurallara bağlı ve ciddi ilk müzeciliğin başlamasına yol açmış olmasıdır.
(Ara Not: Osmanlıda ilk resmi müze Abdülmecid döneminde kurulmuştu. Ancak, kurlar mevcut olmadığından Fıkıh hükümlerine göre yönetilmeye çalışılıyordu. Gerçek anlamda müzecilik q881 yılında Osman Hamdi Bey ile başladı).
İşler düzeldi mi ?
Heyhat.
Niyet kötü olunca kuralların etrafından dolaşanlar eksik olmaz.
Önce, ülkedeki kimi yabancı araştırmacılar ve diplomatlar özel kişilerden, içinde arkeolojik kalıntıların bulunduğu toprakları satın alarak “kendi arazilerinde (!)” buldukları eserleri ülkelerine götürmeye başladılar..
Bazıları, köylülerimizin , çiftçilerimizin buldukları eserleri gizlice satın alıp çeşitli yollarla yurt dışına kaçırdılar.
Kimileri de, Müzelerimiz için topladıklarını söyledikleri (çoğu tek olan) eserleri düpedüz çalıp ülkelerine götürdüler
Diğer devletler de var ama ben Gazetedeki köşemin adına uygun olarak sadece İngilizlerin yukarıdaki üçün yöntem ile aşırdıklarına örnek olması amacıyla, çok önemli bir kazı yapan John Turtle Wood’dan bahsetmekle yetineceğim. Wood, İstanbul’daki İngiliz Sefirinin becerisiyle (!) temin ettiği izin ve British Museum’un verdiği finansal destek ile Efes kazılarını yaptı. Bulduklarını, “Padişah adına müze kuracağı” bahanesiyle (palavrasıyla) İzmir’in Alsancak Limanında tuttuğu bir depoya doldurdu.
Sonra…..
Bir :İngiliz gemisine yükleyerek……Londra’ya kaçırdı.
Çaldıklarını bugün hala British Museum’da görmek mümkün.
Örümceğin kurduğu ağa bakar mısınız…İzmir’e demiryolu yapımı için gelen mimardan dönüştürülme bir İngiliz arkeolog, British Museum, İngiliz Sefiri, İngiliz gemisi…..Vay babamın köse sakalı……ne yaparsanız yapın ahlak düşük, niyet kötü olunca….
Sonra atın sucu padişahlara. Neymiş Efendim,Sultan demiş ki “ Bu taşlardan bizde çok var, bir kaçını yabancılar alsa ne olur?” Nasreddin Hocanın meşhur lafını burada bir bir kez daha tekrarlamak gerek “Hırsızın hiç mi suçu yok yahu!”
1869 Nizamnamesinin açıklarını, eksiklerini kapatmak için 1874’te, 1884’te değişiklikler yapıldı. Eminim daha sonra da yapılmıştır.
Hırsızlığı önü alınabildi mi ? Ne gezer….Belki azaldı ama tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadı. Biz kural koydukça onlar yeni yöntemler icat ettiler.
………………..
Yazıdan bir an için başımı kaldırıp baktığımda anladım ki, yine, “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına” durumuna düşmüşüm.
Paylaşılacak çok şey olduğundan mıdır nedir “Aydın havası”. yapmak yerine “Uzun hava”dan bir türlü vazgeçemiyorum.
Lakin söz, eğer becerebilirsem bir dahaki yazımda konuya son noktayı koyacağım.