Oldukça sıcak bir sabaha uyandık Ankaralılar ve Ankara’da yaşayanlar olarak. Odamın penceresinden köpek kulübesine baktığımda Cesur’un (can dostum olur kendisi) huzursuzlandığını ve artık gel beni çıkar da dolaşalım dediğini gördüm.
Apar topar hazırlandım ve bu arada yemeğini de hazırlayıp bahçeye indim. Gerçekten sıkılmıştı ve kulübenin kapısını açar açmaz dışarı fırladı. Ritüel haline gelmiş konuşma ve sevgi ifade eden hareketlerden sonra ladin ve köknarların serin bir yola çevirdiği patikadan yürümeye başladık. Cesur’la her gün yaptığımız gibi çam kozalak oyununu oynayarak ilerliyorduk. Çam kozalak oyunu nedir derseniz; çam kozalağını alan Cesur onu getirip ayaklarımın önüne koyar ve geri geri gider, yakalama pozisyonunda durur, ben kozalağa vururum o da yakalar ve tekrar bana getirir.
Böyle yürüyüşümüze devam ederken birden çamların arasında farklı bir ağaç gördüm. Bu ağaç beni yıllarca geriye götürdü. Ahlat ağacıydı gördüğüm. Üzeri meyveyle doluydu ancak meyveleri henüz olgunlaşmamıştı. Ahlat ağacının meyveleri Eylül ayı gibi olgunlaşır ve yenecek hale gelirdi. Ahlat ağacı su istemezdi, meyvesi de çok sulu değildi. Azar azar ısırılmazsa insanı tıkardı.
Evlenmemiş, kimseye muhtaç olmadan her işini kendi yapan Munise halamı ziyaret ettiğimde kasabaya 2km. uzaklığındaki tarlasına giderdik. 5-6 dönümlük bir tarlaydı. Tarlanın dış çevresinde değişik meyve ve zeytin ağaçları vardı. Tarlaya çoğu zaman enginar ve bakla ekerdi ve tabii favorisi mısır tarlanın demirbaşıydı. Zeytinyağlı baklalı enginar ve mısır unundan yaptığı “kaçamak(mamaliga)” yemeklerinin nefis lezzetini unutmam mümkün mü?
Tarlada o kadar farklı ve gölgesi çok daha serin ağaçlar olmasına rağmen her seferinde biz halamla ahlat ağacının gölgesine otururduk. Azığımızı yerken halamla sohbet eder, ondan aile, komşular ve kasabada olan bitenle ilgili hikayeler, öyküler dinlerdim. Sözünü hiç esirgemezdi. 1914 doğumluydu, küçük yaşta guatr ameliyatı olmuş ve kalp romatizması vardı. Onun için evlenmemişti.
Ahlat ağacı ile kendi yaşamı arasında bağlantı kurduğu ve onunla kendi yaşamını özdeşleştirdiğini anladım zamanla. Su ve bakım istemeden ço9k lezzetli olmasa da meyve veren ağacın onun için değeri çok büyüktü. Ahlat ağacının meyvelerinin iç kısımları ya ağaç üstündeyken çürümüş gibi kahverengi olduğunda toplanır ya da biraz sertken toplanıp evde serilerek olgunlaşması beklenirdi. Halamla ahlatları biraz yumuşadığında toplar ve evde sererek olgunlaşmasını beklerdik. Ağaçta olgunlaşması beklendiğinde ağaçtan dökülür ve çürürdü.
Halam 66 yaşındayken mahalle büyüğümüz olan Halime teyzeyle otururken başını onun omuzuna koymuş ve rahmetli olmuştu. Biz ona “Tati” derdik. Bütün kardeşleri ve yeğenleri arasında adı Tati idi. Bu sabah ahlat ağacının altında bütün bunları düşündüm, Tati ile geçirdiğim özel günleri ve sohbetlerimizi hatırladım.
Tati seni hep özlüyorum. Bir yerden çıkıp gelecekmişsin gibi bekliyorum. İyi ki seninle sohbetler etmişim, iyi ki hayatını kardeşlerine ve yeğenlerine adamışsın. Toprağın bol olsun. Sağ olsaydın sana mutlu oldun mu, mutlu yaşadın mı diye sormak isterdim.Ama kaderine boyun eğdiğini, kabullendiğini bir gün bile şikayet etmediğini, bir çocuk ruhuyla yaşadığını ve yine o çocuk ruhuyla hayatını kaybettiğini biliyorum. Seni hep sevdim ve sevmeye devam ediyorum