Kenan Atasoy - Onursal Danıştay Üyesi
Köşe Yazarı
Kenan Atasoy - Onursal Danıştay Üyesi
 

İslam’da Adalet-Şeriat ve Hukuk İlişkisi

Şeriat Kur’an’daki ayetlere ve Hz. Peygamberin sözlerine dayanan İslam Hukuku olarak tanımlanmaktadır. Şeriat sözcüğü ile aynı kökten gelen “Şari” kelimesinin hem kanun koyan hem de anayol anlamına geldiği ve her türlü yasaya şeriat denildiği ifade edilmektedir. Ayetlerden şeriatin yol, yöntem, yasa anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buna ilişkin Casiye suresinin 18. Ayeti şöyle: “Sonra sana da emrimizden bir yasa belirledik, artık ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma!” Ayette geçen “yasa” sözcüğü “yol” olarak tanımlanmaktadır. Şura suresinin 13. Ayetinde de: “Dine ait hükümlerden, Nuh’a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiklerimizi ve İbrahim’e, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiklerimizi size de gidilecek yol olarak bildirdi, açıkladı; dine yapışın ve o hususta hiçbir ayrılığa düşmeyin” denilmektedir. Bazı tercümelerde gidilecek yol yerine “şeriat” sözcüğü kullanılmaktadır. Yine Maide suresinin 48. Ayetinde “Her biriniz için bir yasa/şeriat ve yöntem belirledik” ifadesi yer almaktadır. Ayetlerden izlenecek yolun, yöntemin şeriat yani kanun olduğu anlaşılmaktadır. Şeriatın Arapça’da farklı karşılıkları var. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de “Kur’an’daki İslam” adlı kitabında şeriatı yol, yöntem olarak tanımlar. Lübnan, Tunus gibi laik yönetimin olduğu Arap ülkelerinde de hukuka şeriat denilmektedir. Kişiler arasındaki ilişkileri düzenlediğine göre şeriatı hukuk olarak ele almak doğrudur. Hukuk toplum düzenini sağlayan, insan haklarını koruyan yasaların bütünüdür. Kişilerin devlet ve toplumla olan ilişkilerini düzenler. Eski Diyanet İşleri başkanlarından Süleyman Ateş de “Vatan” gazetesindeki bir yazısında şeriattan amacın dünyadaki insanların düzenini sağlamak olduğunu belirttikten sonra şöyle diyordu: “Eğer toplum kendi düzenini başka yasalarla sağlayabiliyorsa bu da toplumun seçimidir. Din buna engel olmaz.” Yazısında en uygun olan, devletin tüm inançlara eşit mesafede olacağı bir rejimi uygulamaktır ki bu da laikliktir, denilmektedir. Yine 5 Aralık 2005 tarihli Vatan gazetesindeki yazısında “Devletin çıkardığı yasalarla kurulan ekonomik sistemi haram saymak Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Çünkü Kur’an buyruk sahibine yani devlete itaati emretmektedir. Devlet de halkın zararına olan yasaları çıkarmaz ve bunları uygulatmaz.” Zamanın değişen şartlarına göre şer’i kurallara yorum getirmek gerekir. Eski Diyanet İşleri Başkanı ayrıca, içtihat kapısının kapanmadığını, içtihat kapısının kapanmasının dini donuklaştırdığını söylüyor. Bu konuda yine Atatürk döneminde yaşanmış bir anıdan söz edeceğim. Atatürk bütün hocalar ve kumandanların olduğu bir toplantıda sorar. “Din için yol bir midir, yoksa muhtelif midir?” Aldığı cevap “Elbette birdir” şeklindedir. Atatürk şöyle cevap verir. “Öyle olması lazımdır, fakat öyle değildir. Bakınız İstanbul hükümeti beni idama mahkum etti ve orada bulunan dinin en büyük mümessili de bunu tasvip etti. Burada da dinimizin en büyük mümessili İstanbul hükümetinin verdiği ve şeyhülislamın tasvip ettiği fetvayı tasvip etmiyor. O halde din için yol bir değildir. Din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak lazımdır.” Bilindiği üzere 11 Nisan 1920 tarihinde İstanbul Saray hükümetinin Şeyhülislam’ı Dürizade “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” diyen fetvalar yayınlamış, Padişah Vahdettin de Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararını 24 Mayıs 1920’de onaylamıştır. “Kur’an’daki İslam” adlı kitabında Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “Şeriat kelimesi Allah’ın dinine isim olarak kullanılamaz” diyor. Dinin sahibi Allah’tır, esasları değişmez, şeriat ise beşeridir. Bugün şeriatla yönetildikleri kabul edilen İslam ülkelerinde, örneğin İran’da, Arap ülkelerinde şeri uygulamalar birbirlerinden farklı olabilmektedir. Sonuçta kuralları koyan, yasaları yapan ve uygulayan ülke yönetimleridir. Eğer şeriatı din olarak kabul edersek, şeriatla yönetilen her ülkede uygulanmasının aynı olması gerekirdi.  Şeriat hukuktur, adalete giden yoldur. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” diye bir atasözümüz vardır. Adaletin tecellisi için olacaksa kanunda yazılan cezaya kimsenin itiraz etmeyeceği anlamındadır. Burada sözü edilen şeriat hukuktur. Hukuksuz devlet nizamı olmaz. Hukuk hayat verir, hukuksuzluk felaket getirir. İslam dünyasında adaleti ile örnek gösterilen Hazreti Ömer’in, dönemin Şam Valisi Sad bin Ebu Vakkas’a söylediği “Camiyi yık, adaleti yıkma” sözü tarihe mal olmuştur. Herkes hukuka uymalıdır. Hz. Ali’nin ifadesi ile “Devletin dini adalettir.” Maide suresinin 48. Ayetiyle ilgili Diyanet’in tefsirinde de; “Bütün peygamberler ana ilkeleri aynı olan bir dine (İslam) bağlı kalırken, zaman, mekan ve ahvale göre değişiklikleri olan şeriatlara sahip olabilirler. İnsanlık tarihi boyunca bir tekamül söz konusu olduğuna göre sonra gelen kitapların öncekilerden daha mütekamil ve daha kapsamlı olması gerekir, tarihi gerçek de böyledir. Hz. Muhammed son peygamber olduğu gibi Kur’an’ı Kerim de son ve en kapsamlı kitaptır; Tevrat’ın ve İncil’in evrensel doğrularını içermesi yanında değişmesi gereken hükümlerini de uygun olanlarıyla değiştirmiştir” denilmektedir. Bu tefsire göre şeriatın zamana ve mekana göre değişeceği kabul edilmiş olmaktadır. Günümüzde ihtiyaç duyulan, uygulanan kanunlara uymak şeriatın gereğidir. Anlamını bilmeden, ülkede şeriat olmadığını ileri sürerek, Türkiye’yi Dar-ül Harp yani Harp Ülkesi sayıp, vergi vermemek dahil gayrimeşru işlerine malzeme yapanlar Müslüman’ım diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. “Hiçbir elçi, Allah’ın izni olmadan bir ayet (belge, mucize) getiremez. Her çağın (dönemin) bir Kitap’ı vardır” (Rad 38). Ayetin bir diğer çevirisinde “Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet getiremez. Her şeyin vakti ve süresi yazılıdır” denilmektedir. Ayetlerden her çağın ihtiyacı için bir yazgısı, her zamanın bir hükmü olduğunu anlıyoruz. Maturidi’ye göre de şeriat peygamberden peygambere değişen ibadet şekilleri ve şeri hükümlerden oluşur. Eğer şeriatın yani hukukun tek ve değişmez olduğu kabul edilirse, mezhep imamlarının görüşlerinde de bir farklılığın olmaması, görüş birliği içinde olmaları gerekirdi. Mecellede de (madde 39) şöyle bit hüküm geçer. “Ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunamaz.” yani zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar olunamaz. Bütün bunlardan beşeri hukukun zamanın ihtiyaçlarına ve imkanlarına göre değişebileceğini anlıyoruz. Din imandır, kalbin fiilidir. Dinde değişmezlik vardır, şeriatta yani hukukta zamana ve değişen koşullara göre değişkenlik söz konusudur. 1926’da hazırlanan Medeni Kanunun önsözüne Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle yazıyordu. “Kanunları dine dayalı devletler ulusun isteklerini karşılayamaz. (Alıntı, Cumhuriyet 14 Şubat 2005) Ayrıca, Kur’an’daki dünyevi hükümlerin sınırlı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Anayasamızın 138. Maddesinde belirtildiği gibi, hakimler, Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vereceklerdir. Sokrates, “Yargıcın erdemi doğruyu görmek, savunmanın erdemi doğruyu söylemektir” diyor. İçtihat akıl ve hukuk temelinde oluşan vicdani kanaate göre oluşur. Bu konuda din kitaplarında yer alan, Hz. Peygamberin vali olarak Yemen’e atadığı Muaz bin Cebel ile yaptığı konuşma örnek gösterilir. Yemen’e vali olarak atanan Muaz, Hz. Peygamberin sorusu üzerine hüküm verirken önce Kur’an’la, Kur’an’da hüküm bulamazsa Allah’ın Elçisinin sözüyle, onda da hüküm bulamazsa kendi düşüncesiyle içtihat edeceğini beyan etmiştir. Hz. Peygamber de böyle akıllı bir adamı vali tayin etmiş olmaktan şükrünü belirtmiştir.
Ekleme Tarihi: 28 Kasım 2023 - Salı

İslam’da Adalet-Şeriat ve Hukuk İlişkisi

Şeriat Kur’an’daki ayetlere ve Hz. Peygamberin sözlerine dayanan İslam Hukuku olarak tanımlanmaktadır. Şeriat sözcüğü ile aynı kökten gelen “Şari” kelimesinin hem kanun koyan hem de anayol anlamına geldiği ve her türlü yasaya şeriat denildiği ifade edilmektedir. Ayetlerden şeriatin yol, yöntem, yasa anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buna ilişkin Casiye suresinin 18. Ayeti şöyle: “Sonra sana da emrimizden bir yasa belirledik, artık ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma!” Ayette geçen “yasa” sözcüğü “yol” olarak tanımlanmaktadır. Şura suresinin 13. Ayetinde de: “Dine ait hükümlerden, Nuh’a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiklerimizi ve İbrahim’e, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiklerimizi size de gidilecek yol olarak bildirdi, açıkladı; dine yapışın ve o hususta hiçbir ayrılığa düşmeyin” denilmektedir. Bazı tercümelerde gidilecek yol yerine “şeriat” sözcüğü kullanılmaktadır. Yine Maide suresinin 48. Ayetinde “Her biriniz için bir yasa/şeriat ve yöntem belirledik” ifadesi yer almaktadır.

Ayetlerden izlenecek yolun, yöntemin şeriat yani kanun olduğu anlaşılmaktadır. Şeriatın Arapça’da farklı karşılıkları var. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de “Kur’an’daki İslam” adlı kitabında şeriatı yol, yöntem olarak tanımlar. Lübnan, Tunus gibi laik yönetimin olduğu Arap ülkelerinde de hukuka şeriat denilmektedir. Kişiler arasındaki ilişkileri düzenlediğine göre şeriatı hukuk olarak ele almak doğrudur. Hukuk toplum düzenini sağlayan, insan haklarını koruyan yasaların bütünüdür. Kişilerin devlet ve toplumla olan ilişkilerini düzenler. Eski Diyanet İşleri başkanlarından Süleyman Ateş de “Vatan” gazetesindeki bir yazısında şeriattan amacın dünyadaki insanların düzenini sağlamak olduğunu belirttikten sonra şöyle diyordu: “Eğer toplum kendi düzenini başka yasalarla sağlayabiliyorsa bu da toplumun seçimidir. Din buna engel olmaz.” Yazısında en uygun olan, devletin tüm inançlara eşit mesafede olacağı bir rejimi uygulamaktır ki bu da laikliktir, denilmektedir. Yine 5 Aralık 2005 tarihli Vatan gazetesindeki yazısında “Devletin çıkardığı yasalarla kurulan ekonomik sistemi haram saymak Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Çünkü Kur’an buyruk sahibine yani devlete itaati emretmektedir. Devlet de halkın zararına olan yasaları çıkarmaz ve bunları uygulatmaz.” Zamanın değişen şartlarına göre şer’i kurallara yorum getirmek gerekir. Eski Diyanet İşleri Başkanı ayrıca, içtihat kapısının kapanmadığını, içtihat kapısının kapanmasının dini donuklaştırdığını söylüyor.

Bu konuda yine Atatürk döneminde yaşanmış bir anıdan söz edeceğim. Atatürk bütün hocalar ve kumandanların olduğu bir toplantıda sorar. “Din için yol bir midir, yoksa muhtelif midir?” Aldığı cevap “Elbette birdir” şeklindedir. Atatürk şöyle cevap verir. “Öyle olması lazımdır, fakat öyle değildir. Bakınız İstanbul hükümeti beni idama mahkum etti ve orada bulunan dinin en büyük mümessili de bunu tasvip etti. Burada da dinimizin en büyük mümessili İstanbul hükümetinin verdiği ve şeyhülislamın tasvip ettiği fetvayı tasvip etmiyor. O halde din için yol bir değildir. Din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak lazımdır.” Bilindiği üzere 11 Nisan 1920 tarihinde İstanbul Saray hükümetinin Şeyhülislam’ı Dürizade “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” diyen fetvalar yayınlamış, Padişah Vahdettin de Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararını 24 Mayıs 1920’de onaylamıştır.

“Kur’an’daki İslam” adlı kitabında Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “Şeriat kelimesi Allah’ın dinine isim olarak kullanılamaz” diyor. Dinin sahibi Allah’tır, esasları değişmez, şeriat ise beşeridir. Bugün şeriatla yönetildikleri kabul edilen İslam ülkelerinde, örneğin İran’da, Arap ülkelerinde şeri uygulamalar birbirlerinden farklı olabilmektedir. Sonuçta kuralları koyan, yasaları yapan ve uygulayan ülke yönetimleridir. Eğer şeriatı din olarak kabul edersek, şeriatla yönetilen her ülkede uygulanmasının aynı olması gerekirdi.

 Şeriat hukuktur, adalete giden yoldur. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” diye bir atasözümüz vardır. Adaletin tecellisi için olacaksa kanunda yazılan cezaya kimsenin itiraz etmeyeceği anlamındadır. Burada sözü edilen şeriat hukuktur. Hukuksuz devlet nizamı olmaz. Hukuk hayat verir, hukuksuzluk felaket getirir. İslam dünyasında adaleti ile örnek gösterilen Hazreti Ömer’in, dönemin Şam Valisi Sad bin Ebu Vakkas’a söylediği “Camiyi yık, adaleti yıkma” sözü tarihe mal olmuştur. Herkes hukuka uymalıdır. Hz. Ali’nin ifadesi ile “Devletin dini adalettir.”

Maide suresinin 48. Ayetiyle ilgili Diyanet’in tefsirinde de; “Bütün peygamberler ana ilkeleri aynı olan bir dine (İslam) bağlı kalırken, zaman, mekan ve ahvale göre değişiklikleri olan şeriatlara sahip olabilirler. İnsanlık tarihi boyunca bir tekamül söz konusu olduğuna göre sonra gelen kitapların öncekilerden daha mütekamil ve daha kapsamlı olması gerekir, tarihi gerçek de böyledir. Hz. Muhammed son peygamber olduğu gibi Kur’an’ı Kerim de son ve en kapsamlı kitaptır; Tevrat’ın ve İncil’in evrensel doğrularını içermesi yanında değişmesi gereken hükümlerini de uygun olanlarıyla değiştirmiştir” denilmektedir. Bu tefsire göre şeriatın zamana ve mekana göre değişeceği kabul edilmiş olmaktadır. Günümüzde ihtiyaç duyulan, uygulanan kanunlara uymak şeriatın gereğidir. Anlamını bilmeden, ülkede şeriat olmadığını ileri sürerek, Türkiye’yi Dar-ül Harp yani Harp Ülkesi sayıp, vergi vermemek dahil gayrimeşru işlerine malzeme yapanlar Müslüman’ım diyerek kendilerini aldatmaktadırlar.

“Hiçbir elçi, Allah’ın izni olmadan bir ayet (belge, mucize) getiremez. Her çağın (dönemin) bir Kitap’ı vardır” (Rad 38). Ayetin bir diğer çevirisinde “Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet getiremez. Her şeyin vakti ve süresi yazılıdır” denilmektedir.

Ayetlerden her çağın ihtiyacı için bir yazgısı, her zamanın bir hükmü olduğunu anlıyoruz. Maturidi’ye göre de şeriat peygamberden peygambere değişen ibadet şekilleri ve şeri hükümlerden oluşur. Eğer şeriatın yani hukukun tek ve değişmez olduğu kabul edilirse, mezhep imamlarının görüşlerinde de bir farklılığın olmaması, görüş birliği içinde olmaları gerekirdi.

Mecellede de (madde 39) şöyle bit hüküm geçer. “Ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunamaz.” yani zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar olunamaz. Bütün bunlardan beşeri hukukun zamanın ihtiyaçlarına ve imkanlarına göre değişebileceğini anlıyoruz.

Din imandır, kalbin fiilidir. Dinde değişmezlik vardır, şeriatta yani hukukta zamana ve değişen koşullara göre değişkenlik söz konusudur. 1926’da hazırlanan Medeni Kanunun önsözüne Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle yazıyordu. “Kanunları dine dayalı devletler ulusun isteklerini karşılayamaz. (Alıntı, Cumhuriyet 14 Şubat 2005) Ayrıca, Kur’an’daki dünyevi hükümlerin sınırlı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Anayasamızın 138. Maddesinde belirtildiği gibi, hakimler, Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vereceklerdir. Sokrates, “Yargıcın erdemi doğruyu görmek, savunmanın erdemi doğruyu söylemektir” diyor.

İçtihat akıl ve hukuk temelinde oluşan vicdani kanaate göre oluşur. Bu konuda din kitaplarında yer alan, Hz. Peygamberin vali olarak Yemen’e atadığı Muaz bin Cebel ile yaptığı konuşma örnek gösterilir. Yemen’e vali olarak atanan Muaz, Hz. Peygamberin sorusu üzerine hüküm verirken önce Kur’an’la, Kur’an’da hüküm bulamazsa Allah’ın Elçisinin sözüyle, onda da hüküm bulamazsa kendi düşüncesiyle içtihat edeceğini beyan etmiştir. Hz. Peygamber de böyle akıllı bir adamı vali tayin etmiş olmaktan şükrünü belirtmiştir.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.