Ankara
llk Çağlardan beri beri insanların yaşadığı bu yerleşim yerinin binlerce yıllık tarihi var. İlk Çağların insan topluluklarının arkasından burada Hititler, Frigler, Likyalılar, Persler, Makedonlar, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, İlhanlılar, ve Osmanlılar yaşamışlar. Bir asır önce de Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve burayı başşehiri olarak ilan etmiş. Ne var ki kent geçmişte hiç bir zaman büyük bir şehire dönüşmemiş. Kale etrafında toplanmış küçük, köhne evlerden, yapılardan oluşan bir Orta Anadolu kabası olmaktan ileri gidememiş.
Yenişehir
Başta büyük vizyoner Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyetimizin kurucuları 1920’lerin sonlarına doğru, “muassır medeniyetler” düzeyine çıkarmak istedikleri Türkiye’nin Başkentini de ona yakışır bir hale getirmeyi öngörmüşler. Avrupa’dan, özellikle Almanya ve Avusturya’dan, şehircilik uzmanları, şehir planlamacıları, mimarlar, mühendisler getirmişler.
Eski Ankara’nın güneyinde kalan uygun bir araziye geniş bulvarlar, düzgün yollar, parklar, görkemli resmi binalar, konut projeleri yapılmış, her taraf ağaçlandırılmış.
Bugünkü Sıhhiye, Kızılay, Maltepe’yi kapsayan bu bölgeye yeni bir şehir kurmuşlar ve adına…….
…….“Yenişehir” demişler.
YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ
1970’li yılların başlarındaydı. Sevgi Soysal’ın yeni romanı yayınlandı. Ellerden ve dillerden düşmeyen bu roman “Yenişehir’de Bir Öğle ;Vakti” adını taşıyordu.
Orhan Kemal Roman ödülünü kazanan bu eserinde Sevgi Soysal Ankara’nın. Yenişehir semtindeki bir avuç insanın bir buçuk-iki saatlik bir zaman dilimi içinde yaşadıklarını, sık sık “flashback”ler yaparak hikaye ediyordu. Aslında Sevgi Soysal romanında o yılların Türkiye’sindeki siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik görünümünü yansıtıyor ve bunu insan hikayeleri içinde anlatıyordu.
Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken hocam olmuş ve daha sonra kısa bir süre için de olsa Dışişlerinde Bakanlığımı yapmış bulunan Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal’ın eşi olan Sevgi Soysal genç yaşta kanserden (yanlış hatırlamıyorsam göğüs kanserinden) hayatını yitirdi.
(Ara not: Öğrencileri tarafından, hem adı hem de vasıfları nedeniyle “Mümtaz Hoca” diye bilinen, anılan bu “mümtaz” akademisyeni de bir kaç yıl önce kaybettik).
(Bir ara not daha: Sevgi Soysal’ın kız kardeşi, balerin, koreograf Duygu Aykal da maalesef ablası gibi genç yaşta o menfur hastalıktan dünyaya veda etti. Duygu da bir başka tanıdığımın, sevgili Gürer Aykal’ın eşiydi. Gürer Aykal ise çalışmalarını hala başarı ile sürdürüyor. Önümüzdeki Aralık ayında New York’taki Carnegie Hall’da bir konser yönetecekmiş diye duydum. Şimdiden kutlarım).
Yenişehir’de bir sabah vakti
Bir süre önce, Başkent Üniversitesi Hastanesinde Prof. Dr. Gürsel Yılmaz’ın yaptığı mutat göz tedavim için Ankara’ya gitmiştim. Evinde kaldığım dostum Oktay Al tedavi sonunda İstanbul’a dönmek üzere Esenboğa’ya gitmem için beni havaalanı otobüslerinin Kızılay’daki durağına bıraktı.
Sırası gelmişken havaalanı otobüslerinden de bahsetmek istiyorum. Esenboğa’ya hem Belediye, hem de özel bir kuruluşa ait otobüslerle ulaşmak mümkün. Özel şirketin otobüsü seyahat için 65 lira alıyor. Belediye taşıtlarında ise normal otobüs kartları, geçerli indirimli kartlar, abonmanlar, öğrenci ve yaşlı kartları gibi. Kartınız yoksa 25 lira ödemeniz yeterli oluyor. “Yeterli oluyor” diyorum zira Bodrum’da havaalanına giden belediye otobüsleri 80 lira . Yani Ankara’daki özel otobüslerden dahi daha pahallı. Üstelik Bodrum’da Muğla Belediyesine bağlı bu otobüslerde öyle kart mart geçmiyor. Havaalanına gidecekseniz genç, yaşlı, öğrenci möğrenci demeyip 80 Törkiş lira bastırmanız gerekiyor. Anlaşılan bu bölgedeki otellerin, restoranların, kafelerin, barların, “biiç”lerin , dükkanların, manavların, bakkalların, süper marketlerin , pazarcıların, balıkçıların, uçak/otobüs şirketlerinin, hastanelerin, doktorların ve diğer esnafın çoğunda hakim olan “madem buraya tatile geldiniz sizi kazıklamak vaciptir” düşüncesi Muğla Belediyesinde de yerini bulmuş düşüncesini uyandırıyor, ister istemez. Ankara ve Muğla Belediye Başkanlıkları aynı siyasi partiye mensup ve aynı hizmeti yaparken sergiledikleri farklı yaklaşımları bakalım önümüzdeki yerel seçimlere nasıl yansıyacak.
…………………..
Belediye otobüsünün gelmesine daha vakit vardı. Hatta istersem her yirmi dakikada bir gelen diğer Havaalanı seferlerine de binebilirdim.
Atatürk Bulvarının Kızılay kesiminde bir dolaşayım dedim.
(Ara not: Yenişehir’i Çankaya’ya bağlayan bu caddenin adı eskiden Gazi BulvarıydıI).
Akay’dan Kızılay’a doğru yürümeye boşladım.
Yenişehir’de Bir Sabah Vakti”ydi.
Otomobiller, otobüsler vızır vızırdı. Erkeği, kadını, üçüncü cinsi, genci yaşlısı, çoluğu, çocuğu, öğrencisi, memuru, askeri, subayı, işçisi, işvereni, dükkan sahibi, vitrin gezicisi, zabıta kollayan işportacısı, simitçisi….hepsi hızlandırılmış bir filmdeki gibi hareket içinde yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarı, soldan sağa, sağdan sola koşuşuyorlardı. Hareket halinde onlarca, yüzlerce, binlerce insan. Duran, aylak aylak oturan, , dolanan kimse yoktu sanki. Metronun sabit ve yürüyen merdivenleri arı kovanı girişleri gibiydi.
Kızılay istikametine doğru sağ kaldırımdan ilerliyordum. Karşı tarafta Bakanlık binaları vardı, yıllardır bürokrasinin, devlet yönetiminin merkez üssünü teşkil eden ama artık kentin dışına doğru yapılan yeni binalarına taşınmaya başlayan o Devlet Dairelerinden geriye klan o klasik yapılar.
Bulunduğum kaldırımdaki bazı mağazalar zamana karşı inatla dayanırken bir kısmı teslim olup yerlerini yenilerine bırakmıştı. Bir zamanların anlı şanlı Bulvar Palas’ı artık yoktu. İlk düğünüm orada olmuştu, yıllar yıllar önce.
Meşrutiyet Caddesinin köşesine eriştim. Bir zamanların gözdesi Milka pastanesi de artık yoktu, yerini elbise satan mağazalar almıştı.
Ve Yüksel Caddesi. Çok içerilerine girmedim ama Mülkiyeliler Birliği binasının ve İnsan Hakları Anıtının yerinde durduğunu görmekle sevindim.
Gökdelenin önüne geldim. Burası Türkiye’nin ilk “gökdeleni”ydi. Öyle “gökdelen” denilmesi gençleri yanıltmasın, topu topu 27 katlı, yaklaşık 75 metre yüksekliğinde bir binaydı burası. Bugün birçok şehrimizde yer alan gerçek gökdelenlerin yanında “o yar uzun boylu, ben kısa kaldım” türküsünü söyler gibi durmasına rağmen bu bina,yani resmi adıyla Emek iş Hanı bizim göklere uzman ilk göz ağrımdı (Şimdilerde adı değişmiş galiba).
Önünde kız beklerken az mı ağaç olmadım, Set Kafeteryasında az mı gönül heyecanları yaşamadım. Alt katındaki postanede az mı telefon kuyruğunda beklemedim.
Binanın önünde dikilip durur ve anıların beni yıllarca geriye sürüklemesini yaşarken bir şeyin eksikliğini hissettim. Başlarında kasketleri ile, kadın erkek, çoğu yaşlı, emekli piyango satıcıları ortada görünmüyorlardı. Burada satışlar yasaklandı mı, yoksa piyangoya rağbet azaldığından satışlar mı düştü bilmiyorum ama gözlerim onları aradı durdu doğrusu.
Sonra yolun karşı tarafına baktım. Gözlerim Atatürk’ün “Türk Öğün, Çalış, Güven ” sözünün yer aldığı bronz heykellerden oluşan Güvenlik Anıtını aradı. Güven Park oradaydı ama Anıtı göremiyordum.
Trafik ışıkları yayalar için yeşile dönünce, trafik kurallarına hep riayet eden Ankaralılar ile birlikte karşı tarafa doğu yürüdüm .
Kaldırımın Güven Park ile birleştiği noktada, yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde beyaz bir duvar ve üstünde yine yaklaşık bir metre büyüklüğünde kırmızı harflarle yazılmış “15 Temmuz Destanı” İbaresini gördüm. Benim baktığım yerden, açıdan Güvenlik Anıtı bunun arkasında kalmıştı. Yazının etrafından dolaşınca Güvenlik Anıtının yerli yerinde durduğunu görmek, kaybettiğini bulan Nasreddin Hoca misali beni çok sevindirdi.
Bu kez Maltepe’ye doğru uzanan Gazi Mustafa Kemal Caddesinden karşıya geçtim. Semte ve Meydana adını veren ikonik Kızılay binasının da yerinin ne oluğu anlaşılmayan bir yapı almıştı.(Anladığım kadarıyla asırlık Kızılay Meydanının da adı değişmiş.)
Yeni binayı yüksek topuklu bir hanım ayakkabısının arkadan görünümüne benzettim.
Metro girişini geçtikten sonra yavaş yavaş Sıhhıye istikametinde ilerlemeye başladım.
Bu kaldırımın bir özelliği vardır, Ankaralılar bilir. Karşı kaldırımda da olduğu üzere asırlık ağaçlarla bezenmiştir burası. Ne var ki karşı kaldırımdaki aynı yaş ve tipteki ağaçlara kuşlar konmaz iken buradaki ağaçlar adeta kuş cennetidir…..
……..ve bu kuşlar gelen gecenin üstüne başına bağırsaklarını boşaltırlar. İsabet alanlar “aman ne kadar şanslıyım” deyip koşar piyango bileti alırlar. Ben de geçmişte bir kaç kez hem isabet aldım, hem ardından gidip piyango bileti aldım ama her seferinde de ne çıktığını burada yazarsam ayıp olur, siz tahmin edersiniz artık.
(Ara not: Siyasal Bilgilerde okurken ilginç bir sınıf arkadaşım vardı. Sırf isabet almak için gider o kaldırımda bir aşağı bir yukarı volta atardı. Kuşlar istediğini yerine getirince de koşar bir sürü bilet alırdı. Herhangi bir ikramiye kazanıp kazanmadığını hatırlamıyorum ama bir süre sonra bu tutkusundan vazgeçti. Soranlara o kaldırımdaki ağaçlara kuş yerleştirenin piyango idaresi olduğunu anladığını ve
biletleri artık Ulus’taki Atatürk Anıtının etrafındaki satıcılardan almaya başladığını söylerdi ).
Kaldırımda ilerliyorum. Bazı mağazaların yerine yenileri gelmiş. İlerleye ilerleye Koca Beyoğlu Pasajına geldim. Burası ne ararsan bulunur ve satılır bir yerdi. Ben bodrum katındaki ikinci el kitap satan dükkanları sık ziyaret ederdim. Bu ziyaretlerimin birinde
kendi yazdığım bir kitabı görmeyeyim mi ? İlk reaksiyonum hemen dükkana girip kitabımı almak olduysa da son anda vazgeçtim. Öyle ya, biri kitabımı almış okumuş, beğenmiş veya beğenmemiş gitmiş ikinci el kitapçıya satmış, şimdi belki de bir başkası alıp okuyacak. Fena mı ? Ben alıp da ne yapayım ?
(Ara not: Hem Türkçesi, hem de İngilizcesi olan bu kitap (Türk Anlaşmalar Rehberi (A Guide to Turkish Treaties) ikinci baskısını dahi yaptı. Hatta Cambridge Üniversitesi Kütüphanesine de alındı ).
Kaldırımda ilerliyorum ve hala kuş salvosundan isabet almamanın şaşkınlığını yaşıyorum.
Orduevine ulaştım. Bir zamanlar “Cihet i Askeriye”nin göz bebeği olan bu bina yeni Orduevlerinin yapılması sonucunda pek bir mahzun kalmış. Hatta terkedilmiş bir görünüm taşıyordu.
Üzüldüm.
Sıhhiye Meydanına vardım. Necati bey Caddesinin köşesindeyim.
/Ara not: Bu caddeye ismini veren Mustafa Necati Bey, Kuvayı Milliyeci idi. Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarındandı .Mebusluk, Adalet Bakanlığı yaptı. Harf Devrimi sırasında Milli Eğitim Bakanıydı).
Caddenin karşı tarafına baktım. Ankara Sinemasının yerinde yeller esiyordu.
Meydana adını veren Sıhhiye (Sağlık) Bakanlığının eski binasının yerinde durduğunu görmek beni sevindirdi.
Meydanın ortasındaki Hitit Anıtı da, bir ara değiştirilmek istenmişse de yerli yerindeydi. Ortasında stilize üç boğa figürü bulunan bir güneş kursu olan bu eser , Hititlerin başkenti Alacahöyük kazılarında bulunmuştur. Aslında, olsa olsa bir karış büyüklüğünde olan bu Güneş kursunun orijinali Ulus’taki Anadolu Medeniyetleri Müzesinde, benzer diğer kurslarla beraber sergilenmektedir. Bu vesile ile, söz konusu muhteşem Müzeyi görmemiş olanlarınız varsa en kısa sürede gidip ziyaret etmelerini öneririm).
Diğer Ankaralılar gibi trafik ışıklarının yayalar için yeşile dönmesini bekleyip karşı kaldırıma geçtim ve Bulvarda gerisin geriye Kızılay’a doğru yürümeye başladım.
Önce, muhtemelen Dünyadaki tek meydan olmayan meydana, yani Zafer Meydanına ulaştım. (Bu fiyakalı bir cümle oldu sanırım). Bulvarın ortasına Atatürk’ümüzün güzel bir heykelinin yerleştirilmiş olduğu bu yere neden “meydan” dendiğini hiç anlayamamışımdır..
Tabii Heykelin hizasındaki bir kısmı yeraltına uzanan alışveriş mekanına Zafer Çarşısı denilmesi hiç de şaşırtıcı olmamış. Eskiden bu yeraltı pasajında ikinci el kitaplar satan dükkanlar vardı. Demek ki geçmişte kitap okumaya meraklıydık. Yenisini almaya paramız yetmediğinde gider eskisini alırdık daha uygun fiyatlarla.
Aynı yeraltı pasajında bir zamanlar Resim ve Heykel Müzesi/ Galerisi de. vardı. Bilmem hala duruyor mudur?
İlerledim. Büyük Sinemanın olduğu yere, daha doğrusu olduğunu sandığım yere vardım.. Bu da Sıhhiye’deki Ankara Sineması gibi o da zamana yenik düşmüştü. Yerini mağazalar, pasajlar almıştı.
En büyük üzüntüyü ise biraz daha ileride yaşadım. Efsanevi Piknik buharlaşmıştı adeta. Paramız olduğunda pilavlı şiş, az olduğunda patatesli sosis, daha da az olduğunda dilli sandöviç yediğimiz ama yanında mutlaka Arjantin bira içtiğimiz Piknik artık hatıralarda kalmıştı.
Sakarya Caddesine vardım.
Eskiden çiçekçi ve balıkçı dükkanlarının mekanı olan bu Cadde şimdi kebapçısından kafesine,elden düşme cep telefonu satan dükkanlardan, hırdavatçısına, döviz bürolarından fast food'çusuna kadar bir çok işyeri tarafından paylaşılır olmuş. Nerede o Goralı,, nerede o Sergen Pastanesi ?.
Mamafih yolun ortasına yapılan küçük havuzları, konulan bankları beğendim. Hatta bir bankta oturup biraz nefeslendim.
Tekrar yürümeye başlayıp Kızılay Meydanının Ziya Gökalp Caddesi ile birleştiği köşeye geldim. Soysal Çarşısı yıllara meydan okuyordu. Ama yanındaki Ulus Sineması ile onun yanındaki Penguen Pastanesi geçmişten bir anı olmuştu. Caddenin öbür tarafındaki Modern Disko da öyle. Üniversite öğrenciliğim sırasında ne kalp çarpıntıları yaşamış olduğum Modern Diskonun hatırası önünde eğildim. İnşallah etraftan görenler “bu adam delirmiş” dememişlerdir. Adaaam sende, derlerse de desinler, umurumda sanki.
Otobüs durağına vardım. Çok beklemedim, tam zamanında geldi. Bedava seyahat imkanı veren yaşlı kartımı okuttuktan sonra bir koltuğu oturum. Havaalanına doğru yola çıktık.
Yenişehir’de bir sabah vaktiydi…..