Hz. Peygamber zamanında Mekke’de de, Medine’de de bugünkü bilinen şekliyle devle düzeni yoktu, aşiret düzeni vardı. Kabile ileri gelenleri kendilerine göre bir düzen oluşturmuşlardı. Gelir kaynağı olan araziler aşiret reisleri arasında paylaşılmıştı. Geçimini temin edecek araçlardan yoksun bırakılan ahalinin yaşamak için ekmeğine muhtaç oldukları kişilere köle olmaktan başka seçenekleri yoktu. Hz. Muhammed ezilenlerden yana eşitlikçi İslami bir düzen kurmak istedi. Efendiliğin, köleliğin olmadığı bir düzen.
Peygamberin dini yayma görevi yani Resul/Elçi olması yanında idari görevi de vardı. “Emir ül Müminin” yani müminlerin emiri, yöneticisi idi. Emir “buyruk” anlamına geldiği gibi aynı zamanda br kavmin ya da ülkenin başı anlamına gelmektedir. İlahi emir Hz. Muhammed’in Resul yani elçi olmasına ilişkindir. Hz. Peygamberin görevinin öğüt vermek olduğu Gaşiye suresinin 21 ve 22. ayetlerinde şöyle ifade ediliyor: “Sen öğüt ver. Zira senin görevin sadece öğüt vermektir. Çünkü sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin!” Diğer bir çok ayette olduğu gibi, Fatır suresinin 23. ayetinde de, “Sen sadece bir uyarıcısın” denilmektedir. Yine Ahkaf suresinin 9. ayetinde, “Ey Muhammed! De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim, benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem, ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım” ifadesi yer almaktadır.
Ayetlerde geçen “Sen sadece uyarıcısın, zorlayıcı değilsin” ibareleri, yöneticiliğinin ilahi bir emir olmadığına kanıttır. Ancak, Hz. Muhammed İslam’ı yayarken şartlar onun yöneticiliğini gerekli kılmıştır. İslam’ı engelleyen güçe karşı güçle karşılık vermek yönetimi elde etmekle mümkün olabilmiştir. “Muhammed….Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur”. (Ahzap 40) Hz. Muhammed’in son elçi olması nedeniyle ölümünden sonra yerine yeni bir elçi gelmeyecektir. Bu durumda Emir ül Müminin kim olacağı Peygamberin ölümü ile tartışma konusu olmuştur. Hz. Peygamberin yerini yani yöneticilik görevini alacak kişiyi sağlığında belirlememiştir.
Nisa suresinin 58. ayetiyle emanetin ehline verilmesi emrediliyor. Görevi ehline vermek seçim yapmayı gerektiren bir eylemle mümkün olabilir. Ayet şöyle, “Şüphe yok ki Allah emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” Emanet İslam Ansiklopedisinde hıyanet sözcüğünün karşıtı olarak “güvenilir olmak” anlamında kullanılıyor. Şu halde yöneticinin adil ve güvenilir olması Allah’ın emridir ve bu vasıftaki yöneticiyi seçmenin (görevi ehline vermenin) sorumluluğu da seçmenlere aittir. Bu görevini gereği gibi yerine getirmeyen seçmen yöneticinin sorumluluğuna ve işleyeceği suçlara ortaktır.
Nisa suresinin 59. ayeti şöyledir: “Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan/sizin seçtiğiniz hüküm ve yetki sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz ise, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah ve Resule arz edin. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de sonuç bakımından daha güzeldir.”
Ayette sırasıyla Kur’an’a, Peygambere ve seçilecek yetkiliye yani Ulu’l-Emre itaat edilmesi istenilmektedir. Kur’an adalet, hakkaniyet ve ehliyet gibi konularda hükümler getirmiş, siyasi ve hukuki alanlarda yetkiyi insanlara bırakmıştır. Yöneticiyi seçmek siyaset, seçilenin hüküm sahibi olması da hukuk alanına girer. Seçilen kişi hukuken yetkili olur. Bu yetkinin nasıl kullanılacağına ilişkin olan konular “Yönetici nasıl olmalı” başlığı altında gelecek yazımda incelenecektir.
İnsanlar üzerinde zorlayıcı olmak, iktidar gücüne sahip olmakla mümkündür. Hz. Peygamber Emir ül Müminin olarak bu güce sahipti ama yukarıda belirtildiği gibi yöneticilik ona verilen asli görev değildi. Daha önce gelen peygamberler de hükümdarlık yapmamışlardır. Bakara suresinin 246. ayetinde İsrail oğullarının peygamberlerine, “Bize, bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demeleri ve bu nedenle savaşın üzerlerine farz yazılmış olması Nübüvvetin yani Peygamberliğin dışında ayrı bir yetkilinin (hükümdarın) olabileceğinin işaretidir.
Örneğin, Osmanlı Devletinde idari yetkiyi elinde bulunduran Hükümdar/Halife yanında dini temsilen fetva makamı olarak Şeyhülislam vardır. Halifelik ümmetin lideri sıfatıyla unvan olarak kullanılmıştır. Daha çok Sultan ünvanını kullanan padişahların asli görevleri idaridir. Buna karşılık dini otorite ulemadır. İbadete ve muamelata ilişkin konular onların sorumluluğundadır.
Osmanlı Devletinde Kur’an ve Sünnetten çıkarılan hukuki hükümler yönetsel ihtiyaçları karşılamaya yetmeyince “Kanun” adıyla dünyevi yeni hukuk kuralları oluşturma zorunluluğu hasıl olmuştur. Osmanlı Devletinde İlmiye sınıfından olan müderrisler eğitimle, müftüler fetva vermekle, kadılar ise yargılama işlerine bakmışlardır. Ulemanın başı ise Şeyhülislam’dır. Alınan bazı kararlara meşruiyet kazandırmak için Şeyhülislam’dan fetva alınmasına ihtiyaç duyulmuştur.
Yüce Allah meleklere, “Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım” derken burada kastedilen Emir ül Müminin yani kral ya da padişah değil, insandır. Halef olmak bir önceki neslin ya da kişinin yerine geçmek anlamında olup, günümüz Türkçesinde ardıl sözcüğü ile ifade edilmektedir. Hz. Muhammed’in ölümü ile peygamberlik sona erdiğinden onun yerine geçecek kişinin idarecilikle sınırlıdır. Kral, Sultan, Padişah veya Halife sıfatını taşıyanların ortak görevi yöneticiliktir. Burada açıklamak istediğim şey bazı dincilerin dediği gibi halifeliğin peygamber vekilliği olmadığı, yönetsel görevli olduğudur. Atatürk’ün yorumu da bu şekildedir. 29 Ekim 1923 tarihli demecinde “Hilafet demek idare, hükümet demektir” diyor.
Hz. Muhammed “Emir ül Müminin” yani müminlerin emiridir. Muaviye’ye hükümdarlığı zamanında “Halifetullah” (Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi) denilmiştir. Halifelikle ilgili bir ayet ya da hadis yoktur. Eğer böyle olsaydı Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed’in vefat ettiği 8 Haziran 632 günü seçimle iş başına gelmezdi. Emevilerden başlayarak halifeliğin saltanata dönüştüğü, hükümdarlıktan başka bir şey olmadığı, dini olmaktan çok siyasi bir kurum olduğu din alimlerince de kabul görmektedir. (Bkz.Atatürk Din ve Din Adamları s.233. Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu) Bu konuda Atatürk de şöyle diyor: “Din ile hilafeti birbirinden ayırt etmek lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır.” (Cenk Koray-Atatürk ve Dini İstanbul 1997, s.33-34)
Osmanlı sultanlarından bazılarının “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sıfatını kullandıklarını biliyoruz. Bu sıfatı kullanan yöneticiler halktan mutlak itaat istemesi yetkisini kendilerinde görmüşlerdir. Veda Hutbesinde Hz. Muhammed şöyle diyor: “Yöneticilerinize Allah’ın kitabına uydukları sürece itaat edin ve böylece Rabbinizin cennetine girin.” İmamı Azam Ebu Hanife (Numan bin Sabit) “Zalim sultana direnmek farzdır” dediği için zindana atılmış, kırbaçlanmış ve öldürülmüştür. Ona göre “Sultan sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez.”
Kur’an yönetsel olarak şu beş hususa işaret etmektedir. Bunlar, Adalet, Emanet, Ehliyet/Liyakat, Meşveret ve Maslahattır. Maslahattan maksat iyi olan ve iyiliğe yol açan, hayır getiren, fayda sağlayan şey demektir. Toplumun ayakta olması için temel unsurlar, adaletin hakim olması, devletin ehil, liyakatli ellerde bulunması, kararların tek başına değil, müşavere (danışma) ile ya da şimdi olduğu gibi, milletin vekilleri tarafından alınması ve toplum yararının gözetilmesidir.
Peygamberimizin ölümünden sonra kimin halife olacağı konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Mekkeli Araplar Halifenin Kureyş kabilesinden, Şiiler Peygamber soyundan, Hariciler Peygamber yolundan gidenlerden seçilmesini istemişlerdi. İlk seçilen halife Ebu Bekir oldu. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz. Ebubekir’e biat edilmesiyle başlayan daha sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafetleriyle devam eden ve Hz. Ali ile sona eren döneme Hulefa-i Raşidin dönemi denir.
Hz. Ebubekir yönetiminde ilk sorun bazım kabilelerin zekatı vermek istememelerinden kaynaklanmıştır. O dönemde alınan vergiler sadaka ve zekattan oluşuyordu. Tevbe suresinin 103. ayeti bu izni verir. Ayette şöyle denilmektedir: “Mallarından sadaka al, böylece onları arındırmış ve geliştirmiş olursun.” Bu nedenle zekat vermeyenlere karşı savaş açılmıştır.
Hulefa i Raşidin dönemi 30 yıl sürmüştür. Hz. Peygamberin “Benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonra ısırıcı saltanata dönüşür” dediği rivayet edilir. İki güçlü kabile Haşimiler ile Emeviler arasında başlayan iktidar mücadelesi nedeniyle dört halifeden üçünün; Ömer, Osman ve Ali’nin ölümü doğal değildir, öldürülmüşlerdir. Dört halifeden sonra Ümeyye oğullarından olan Muaviyte kılıç zoruyla halife olmuş, Emevi devletini kurmuştur. Muaviye’nin halifeliği Nisa suresinin 58. ayetine uygun yapılmış bir seçimle elde edilmiş değildi. İktidarını da kendi oğlu Yezid’e devretmiş, bu suretle İslam dünyasında babadan oğula geçen saltanat dönemine geçilmiştir. Halk yöneticinin tanıdığı sınırlı haklarla yetinmeye mecbur bırakılmıştır. Din halkı uyandırma için değil, susturma, cezalandırma aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Hz. Ali ve Muaviye döneminde başlayan Sünni, Şii kavgası bugün dahi aralıksız devam etmektedir. Halen Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de yaşanan insanlık dramı bu kavganın devamıdır ve hiç bitmeyecek gibidir. Bu kavga nedeniyle ötekileştirme, açlık ce sefalet trajik boyuttadır.
Tarihi süreç içinde Araplar fethettikleri ülkelerin sakinlerine cizye (vergi) ödemek şartıyla eski dinlerinde kalmalarına izin veriyorlardı. İslamiyet’i kabul edenlere de eşit muamele yapılıyordu. Hulefa_i Raşidin yani dört halife döneminde uygulama bu şekilde idi. Ancak Emevi devletinde Arap asıllılar imtiyazlı sınıf oldu ve ordular onlar tarafından teşkil edildi, ganimetleri onlar aldı. Sonradan Müslüman olanlara ise Mevali deniyor, onlara ikinci sınıf muamele yapılıyordu. Daha sonra Emevi devletinin adaletsiz yönetiminin yarattığı tepki sonucu Mevalilerin de desteğini alan Abbasiler 750 yılında yönetimi ele geçirmişlerdir. Kurulan Abbasi devletinin adı Peygamberimizin amcası Abbas bin Abdulmuttalip’ten gelmektedir.
Özellikle Arap devletlerinde toplumsal yapılanmada var olan aşiret düzeni ülkelerde birlik ve beraberliğin sağlanmasında sorun teşkil etmiştir. Babadan oğula geçen krallık sistemi İslam’a uygun bir sistem değildir. Krallık gibi yönetsel yetkilerin tek adamda toplandığı ülkelerde adalet yoktur. Arap dünyasında aşiretlere, cemaatlere dayalı devlet düzeni halen geçerlidir, demokrasi yoktur. Resmi dili Arapça olan 23 ülkenin toplam nüfusları 407 milyona varmasına karşın, nüfusu altı milyon olan İsrail ile başa çıkmaktan acizdirler. Her yıl gayrimüslim devletlerin ürettikleri silahların yaklaşık yüzde 50’sini Araplar satın almaktadırlar ve bu silahlarla birbirlerini öldürmektedirler.
Halen dünyadaki göçmenlerin yarısından fazlası Arap kökenlidir ve Hristiyan Avrupa ülkelerine kaçak olarak gidebilmek için bindikleri şişme botların patlamasıyla her yıl binlercesi Akdeniz sularında boğularak ölmektedirler. Bugünlerde Libya’da, Suriye’de, Yemen’de yaşanan iç savaşın temelinde de bu aşiretçi ve mezhepçi yapılanma vardır. Oysa yüce Allah din temelli gruplaşmaları hoş görmüyor. Enam suresinin 159. ayetinde şöyle denilmektedir: “Dinlerini paramparça edip fırkalara taraftar olanlara gelince; Senin onlar için yapabileceğin bir şey yok. Zira onların işi yalnız Allah’a kalmıştır. Sonunda Allah onlara yaptıklarının hesabını soracaktır.” İslam dünyasındaki çarpıklığı Almanya Şansölyesi Merkel şöyle görmüş: Hindistan ve Çin’de 150’den fazla ilah ve 800’den fazla inanç var. Böyle olduğu halde birbirleriyle barış içerisinde yaşıyorlar. Buna karşılık Müslümanların tek Tanrısı, tek Peygamberi ve tek kitabı var ama sokaklarında kandan geç,lmiyor, katiller de maktuller de hep aynı şeyi söylüyor (Allah büyüktür) (Allahü ekber).