Ertuğrul Mat-Günün Getirdikleri-E.Milletvekili
Köşe Yazarı
Ertuğrul Mat-Günün Getirdikleri-E.Milletvekili
 

O’nun Uluslararası Dünyası (*)

Atiye Hanımın şöhreti sadece İslam ülkelerinin değil, Batı ülkelerinin de dikkatini çekmişti. Oxford Üniversitesinde Türkçe dersler veren Prof. Lewis, Atiye Hanımla yaptığı konuşmayı kaydedip öğrencilerine dinletiyor, BBC Türkiye Servisinden Andrew Mango da Atiye Hanımla mülakat yapıyordu. Kitaplarından bazıları İngilizce’ye çevrilmişti. Ortadoğu Üniversitesinde Atiye Hanımın kitapları derslerde tartışılıyor, bu kitaplar dünyanın önemli üniversitelerinin kütüphanelerinin raflarında yer alıyor, Atiye Hanıma o kütüphanelerin yönetimlerden teşekkür mektupları yağıyordu. Dünyanın her yerinden konferans vermesi için davetler alıyor, kendisine tercümanlık yapan kızı Emirhan’la bu davetlere icabet ediyordu. O günlerin basın dünyasının en prestijli kurumları olan Ankara Gazeteciler Cemiyeti ile Türk Basın Birliği, müracaatı olmadığı halde, kendisini “onursal üye” ilan ediyordu. Bazen idam cezası ile yargılanan Ali Bhutto’nun affı için Pakistan’a koşuyor, bazen de Batı Sahra çöllerinde Cezayir-Fas savaşında esir düşmüş Faslı bir pilotun ağzından: “Esir düştüm. Bir de baktım ki bombalamaya çalıştığım insanlar da, aynı Allah’a, aynı Peygambere inanıyor. Benim gibi namaz kılıyor, benim gibi dua ediyor. Niye biz birbirimizi öldürüyoruz, niye birbirimize sarılmıyoruz?” sözlerini işitip, Müslümanların yaşadığı bu yaman çelişkiyi anlamanın ve buna bir çare aramanın peşine düşüyordu. Çatışmaların göbeğinde korkusuzca dolaşıyor, Batı Sahranın uçsuz bucaksız çöllerinde ve silahların gölgesinde çocukluğunu yaşayamamış savaş mağduru yavruları, mahrum kaldıkları şefkatle kucaklıyor, onlara ana kucağının sıcaklığını hissettiriyordu. Ali Bhutto’nun Asılmaması İçin Pakistan’a Koşması Pakistan’ın çok sevilen lideri Ali Bhutto, Genelkurmay Başkanlığına getirdiği Ziya ül Hak tarafından yapılan bir darbe sonucunda yargılanmış, cinayet iddiası ile idama mahkum edilmiş, aile fertleri de, güya koruma bahanesi ile hapsedilmişlerdi. Atiye Hanım 1979 yılı Mart ayında Pakistan’a gitmişti. Darbeden sonra Devlet Başkanı olan Muhammed Ziya ül Hak, kendisi ile görüşmek isteyen muhtelif milletlere mensup gazetecilerle politikacılar arasından sadece Aliye Hanıma mülakat vermeyi kabul etmişti. Darbe lideri o günlerde çok sinirliydi, ama Atiye Hanım da insan psikolojisini çok iyi biliyordu. Mülakat esnasında, Pakistan’ın eğitim yapılması düşünülen değişiklikler, kadınların hakları, şeriat kanunlarının kabul edilip edilmeyeceği ve Türkiye ile Pakistan arasındaki dostluk münasebetleri konuşuldu. Atiye Hanım, Ziya ül Hak’ın beklediği ve her gazetecinin kendisine sormak istediği soruyu sormamıştı… Mülakat bitmiş, Atiye Hanım teşekkür edip, veda etmek için ayağa kalkmıştı. Muhammed Ziya ül Hak, o esnada dayanamayıp, “Herkesin bana sormak istediği soruyu siz bana sormadınız” demişti.   Atiye Hanım “Ben burada misafirinizim. Siz rahatsız edecek sorular sormak bana yakışmaz. Ama bu konuda siz bir şey söylemek isterseniz, memnuniyetle dinlerim” cevabını vermişti. Bunun üzerine Ziya ül Hak kendiliğinden konuşmaya başlamıştı. “Benim Ali Bhutto ile ilgili şahsi bir meselem yok. Kendisi de askeri değil, sivil mahkemelerde cinayet suçlaması ile yargılanıyor. Bununla da adalet önünde herkesin eşit olduğunu gördü” Atiye Hanım da, “Türk anneleri sizin adil ve affedici olduğunuza inanıyor. İslam’da af her türlü cezanın üstündedir. Toplumun yararı bahis olunca Hazreti Peygamber, Hazreti Hamza’nın katilini bile affetmiştir.” diye mukabele etmiş, bunun üzerine Muhammed Ziya ül Hak, “Ben kadere inanırım” demekle yetinmişti. Ama bu konuşmadan sonra Muhammed Ziya ül Hak, Ali Bhutto’nun avukatı Hafız Piyzade’ye, Bhutto’nun eşi Şevket Hanıma ve doktoru Niyazi Beye Atiye Hanımla görüşmeleri için izin vermişti. Üçü de, darbeden sonra yaklaşık bir buçuk yıl hapishanede kalmışlardı. Anlattıklarına göre Ali Bhutto’nun hapishanedeki yaşam şartları çok kötüydü. 45 dereceyi bulan sıcak havada, hücresindeki pervane günde sadece iki saat çalışıyor, çok kötü besleniyor, tuvalete bile ancak muayyen saatlerde gidebiliyordu. Şevket Hanım bu konuşma esnasında, Pakistan’ın Bhutto zamanında Fransa’dan atom bombası satın almaya teşebbüs ettiğinden, Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger’in Pakistan’a gelip, “Bu atom bombasını alırsan Araplara verirsin, onlar da bunu İsrail’e karşı kullanırlar” dedikten sonra, parmağını sallayarak, kocasını tehdit ettiğini söylemişti. Amerika suçun tarifini kendisi yapar, suçluyu kendisi bulur, kendisi hüküm verir. Affetmez ve infazı o ülkedeki “our boys-bizim çocuklara” yaptırır. Bhutto’nun kendi partisine mensup birisini öldürtmek istediği, katilin yanlışlıkla öldürülmek istenen o şahsın babasını öldürdüğü iddia ediliyordu. Bhutto, iktidarda iken bu iddiaları tahkik etmesi için Yüksek Anayasa Koruyucuları Kurulu’ndan olan Yüksek Hakim Şefiürrahman’ı görevlendirmişti. O, Pakistan’da çok saygın bir isimdi. Bu sebeple, bu görevlendirilmeye daha sonra Bhutto’nun idamına karar veren Yüksek Mahkeme’nin Başkanı olan Cavit İkbal bile itiraz etmemişti. Şefiürrahman yaptığı tahkikat sonunda Bhutto’nun bu öldürülme olayında herhangi bir dahlinin olmadığı anlaşılmıştı. Avukatı, “Ali Bhutto hapishanede ölümü bekliyor, mama katil Lahor sokaklarında serbestçe geziyor” diyordu. Ali Bhutto’yu yargılayan hakimler, azınlık eyaletlerinden ve Bhutto’ya kin duyanlar arasından seçilmişti. Tam bir Yassıada modeliydi… Ne yazık ki büyük İslam alimi ve büyük şair İkbal’in oğlu, Lahor’un en yüksek dereceli hakimi Cevat İkbal, ölünceye kadar sürecek olan Yüksek Hakimlik görevini, 4 yılla sınırlayan bir kanun çıkarması  dolayısıyla Bhutto’ya karşı olan öfkesine yenilmiş ve ölüm kararını imzalamakta tereddüt etmemişti. Bu seyahatinin en önemli taraflarından biri de, Atiye Hanımın, bu olaydan bir yıl evvel Bursa’da tanıştığı Bhutto hakkında idam kararı veren Yüksek Mahkeme Başkanı Cavit İkbal ve eşini evlerinde ziyaret etmesidir. Bu ziyaret esnasında, kadınların Pakistan’ın sosyal hayatındaki yerleri ve evrensel kadın hakları konularının konuşulmasından sonra, Atiye Hanım Cavit İkbal’e can alıcı soruyu sorar: -“Bhutto’nun durumu için ne düşünüyorsunuz?” der ve şu konuşma geçer. -“Dava Yüksek Mahkememizdedir. Mahkememiz, bugüne kadar, hiçbir baskıya maruz kalmamıştır. Bu sebeple Yüksek Mahkeme’nin kararına saygı duyulmalıdır.” -“Evet ama babanız Muhammed İkbal, dünyaca sevilen bir şair ve bilgin. Düşüncelerinin mihrakında sevgi vardır. Hayatın sevgi temelini eserlerinde en güzel şekilde belirtmiştir. Sizin hayat felsefenizde de, sevgi önemli ve af cezasından üstün müdür?” -“Herkes için af kullanılırsa adalet zedelenir.” -“Devlet ve millet için öyle kişiler vardır ki, onlar herkes değildir.” Bu konuşmadan sonra Atiye Hanım anlamıştır ki, Ali Bhutto’nun idamı konusunda Cavit İkbal kararlıdır. Yüksek Mahkeme’de idam kararı üçe karşı dört oyla alınmıştır. Bütün dünya bu karara itiraz ediyor, ama zalimler asılmasında ısrar ediyordu. Kader ağlarını örmüş, Cavit İkbal’in şahsında “alimden zalim doğmuştu”. Rahmetli Menderes ve arkadaşlarının idamından evvel eski Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’nın 27 Mayıs darbecilerinin kapısını çalması gibi, Pakistan’da köyüne çekilmiş eski Devlet başkanlarından Fazıl Ellahi Chaisdary de yollara düşmüş, Muhammed Ziya ül Hak’tan randevu istemiş bu randevu talebi kabul görmemişti. Bunun üzerine idam cezasının infazının Pakistan’a getireceği karanlık günleri ve Pakistan’ın uluslararası itibarının zedeleneceğini bir mektup yazarak Ziya ül Hak’a anlatmıştı. Ne yazık ki, İsmet Paşa’nın darbecilere sözünü dinletemediği gibi, Fazıl Ellahi de sözünü Pakistan’ın darbecilerine dinletememişti. Fazıl Ellahi, Atiye Hanımı kaldığı otelde ziyaret ederek, ona bu mektubun bir kopyasını vermiş ve bu mektubu bütün dünyaya duyurmasını rica etmişti. Atiye Hanım, Bursa Hakimiyet Gazetesinde, bu ziyareti yazarken tabii ki, oraya özel bir görevle de gittiğini, Demirel’in özel bir mesajını da Muhammed Ziya ül Hak’a ilettiğini, devlet terbiyesi gereği yazmamıştı. 27 Mayıs darbesinden sonra Menderes idame mahkum edilince, dost Pakistan’ın yöneticileri harekete geçmiş ve Menderes’in idam edilmeyip, Pakistan’a gönderilmesini istemişlerdi. Demirel de bunu hatırlamış ve Atiye Hanım vasıtasıyla Muhammed Ziya ül Hak’a gönderdiği bu mesajla, Ali Bhutto’nun affını rica etmiş, Demokrat Parti geleneğinden gelen bir siyasetçi olarak Pakistan halkına karşı vefa borcunu ödemişti. Pakistan Devlet Başkanı Ziya ül Hak, Ali Bhutto hakkındaki kararını değiştirmemiş, ama Atiye Hanımın ziyaretine de çok önem vermişti. Muhammed Ziya ül Hak’ın eşi Begüm Han, Atye Hanım ve kızı Emirhan’ı Başkanlık konutunda ağırlamış, bu ağırlamada, Ziya ül Hak hükümetinin önemli bakanlarının eşleri de hazır bulunmuştu. Atiye Hanım İslamabad’dan ayrıldıktan sonra, Peşaver ve Lahor’u da ziyaret etmiş, Lahor’da büyük Türk dostu ve Türk Pakistan Parlamenterleri Dostluk Grubu Başkanı olan Prof. Dr. Nayyar Wasti’yi de evinde ziyaret etmişti. Bu ziyaret sırasında, çok güzel Türkçe konuşan ev sahibi le iki ülke arasındaki münasebetlerin geliştirilmesini konuşmuşlardı. Dr. Nayyar aynı zamanda dünyanın en tanınmış alternatif tıp uzmanlarından biriydi. Cezayir Ziyareti ve Çölde Silahların Gölgesi Türk dış politikası maalesef en büyük hatalarından birini, Fransızlara karşı savaşırken ölenlerin göğüslerinden Atatürk’ün fotoğrafları çıkan Cezayirlilere karşı yapmıştır. Türkiye Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Cezayirlilerin değil, Fransızların lehine oy kullanmıştır. Bu sebeple Cezayir’in kurtuluşunun 25. Yılını kutlama törenlerine, bütün dünyadan devlet adamları davet edilirken, Türkiye’den sadece Atiye Hanıma davetiye gönderilmişti. Buna kızan dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Atiye Hanıma telefon ederek Cezayir’e gitmemesini söylemişti. Atiye Hanım cevaben “Sizin yanlış politikalarınız beni bağlamaz” demiş ve Cezayir’e gitmişti. Bu ziyaret esnasında, Fas-Cezayir arasındaki hudut ihtilafından doğan savaşın, Batı Sahra’nın “özgürlük savaşçılarının” da katılmasıyla büyüdüğünü görmüş ve Cezayir’deki Türk Büyükelçisinin “tehlikeli bir ziyaret şeklindeki ikazlarına rağmen, Cezayir hükümetinin tahsis ettiği korumalar eşliğinde çöle koşmuş, savaşan Müslüman kardeşlerin arasına girmişti. Bu savaşın sebebi, Batı Sahra’nın mevcut topraklarının yüzde sekseninin Fas Krallığı tarafından işgal edilmesiydi. Fas’a karşı özgürlük mücadelesi veren Batı Sahralıların kurdukları Polisaryo Cephesi, sürgünde kurduğu Sahra Demokratik Cumhuriyeti hükümeti ile uluslararası camiada kendisini kabul ettirmek için çalışıyordu. Cezayir hükümeti de, Fas’ın Batı Sahraya yönelik bu tek taraflı işgal girişimini reddediyor ve Batı Sahra meselesini her fırsatta uluslararası kuruluşların gündemine taşıyordu. Atiye Hanım Müslümanlar arasındaki bu kavganın acısını yüreğinde hissettiği için, kızı Emirhan’la, çölün o kızgın kumlarının üzerinde ve silahların gölgesinde dolaşmış, taraflarla konuşmuş, savaş alanlarındaki çadırlarda yatmıştı. Cezayir’e ayak basar basmaz, kaldığı otelin lobisinde, Kıbrıs Türk kesimi ve Türkiye aleyhine neşriyat yapan dergileri görünce, bunu Cezayir resmi makamları nezdinde protesto etmiş, konferans vermeyeceğini, kutlama merasimlerine iştirak etmeyeceğini ve ülkesine döneceğini bildirmişti. Cezayir hükümeti hemen o dergileri toplatmış ve Atiye Hanımın Cezayir’in en büyük gazetesine bir demeç vererek, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını ve Rumların Kıbrıs’ta işledikleri cinayetleri anlatmasını temin etmişti. Rauf Denktaş bunu duyunca Atiye Hanımı, 1979’da Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kuruluşunun 5.yıl kutlamalarına davet etmiş, bu ziyaret esnasında, Atiye Hanım, Rauf Denktaş ve Kıbrıs’ın ilk Cumhurbaşkanı Fazıl Küçük ile konuşup, dostluklar kurmuştu. Cezayir Dışişleri Bakanlığının Osmanlı ve Türk İlişkileri Daire Başkanı Büyükelçi A. Tevfik El Madani’nin 14.4.1980’de Atiye Hanıma yazdığı mektuptan anladığımıza göre, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Batı Sahranın bağımsızlığı için mücadele eden Polisario’ya yardım teklif etmiş, El Madani de Atiye Hanıma bir mektup yazarak, Kıbrıs Türk hükümetinin bu teklife kendisi aracılığı kazandırmasını istemiş ve Haziran ayı başınfa Topkapı Sarayı’ndaki eski tarihi vesikaları tetkik etmek için Türkiye’ye geleceğini ifade etmişti. 4 Ocak 1980 tarihinde Polisario Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ömer Hadrami de, Atiye Hanıma bir yazı yazarak, kendileri için uluslararası camiada gösterdiği gayretler dolayısıyla şükranlarını ifade etmişti. Atiye Hanım bu mektuba verdiği cevapta, “Sahra Cumhuriyetinin bağımsızlığının 4.yılını sizlerle beraber kutlar, sevincinize yürekten katılırım. En kısa gelecekte haklı davanız önünde bütün dünyanın saygı ile eğileceğine inanıyorum. Sevgilerimle.” diyordu. Ne yazık ki Atiye Hanım, 1980 yılının Haziran ayında Türkiye’ye gelen Cezayirli diplomat A. Tevfik El Madani ve arkadaşlarıyla İstanbul’da konuştuktan sonra, Bursa’ya dönerken Gemlik’te geçirdiği (Madenin Mektubu) bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Avukat Mustafa Kemal o gün hakim huzurunda, “Güneş batarken sararır” diye ağlarken, aslında hem Hazreti Hüseyin, hem Şeyh Bedrettin, hem de karısı Atiye Keskin (Kubanlı) için ağlıyordu. Artık sararan güneş batmış, nükte susmuş ve ışık sönmüştü.” Sizlere Atiye Hanımın hikayesini anlatmaya çalıştım. Onun hayatında, bazen Türkan Saylan’ı, bazen Doç. Dr. Bahriye Üçok’u görürüz. Onların müşterek karakterleri, Cumhuriyete ve modern Türkiye’ye sarsılmaz inançları ve Atatürk’e bağlılıklarıydı. Avukat Mustafa Kemal’i bir daha hiç görmedim. Ama inanıyorum ki gözyaşları hiç kurumadı Onun için artık hayatının manası kalmamıştı. “Sararan güneş batmış, nükte susmuş ve ışık sönmüştü.” Bir tek arzusu vardı, o da ölerek kavuşmaktı. Bazen gökyüzünden bize ışıklarını gönderen yıldızların, asırlarca evvel öldüğünü öğreniriz. Atiye Hanımın da nüktelerinin ışığı uzun yıllar, sönen yıldızların ışığı gibi bizi aydınlatmaya devam edecek… Sararıp batan güneşler, tekrar doğar ve insanları yeniden aydınlatır. Güneşe benzeyen ve sararıp giden insanlarsa, kitaplarıyla bir daha batmamak üzere yeniden ışık saçarlar.                                            --------------------- (*) (Değerli okurlarımız: Kıymetli Yazarımız Ertuğrul Mat’ın, merhume Atiye Keskin (Kubanlı) nın “Bir Papazın Hatıra Defteri” kitabının sonunda yer alan ve kitabın yazarı “sönen ama bıraktığı eserlerle ışık vermeye devam eden” Atiye Hanımın hayatını kısaca bizlere anlatan, yedi tefrika halinde sizlere sunulan yazısı burada tamamlandı. Ulus okurlarına böyle kıymetli fikir insanını tanıtmaları nedeniyle Sayın Ertuğrul Mat’a ve merhumenin kızı Emirhan’a teşekkürlerimizi sunarız. Sayın yazarımızın bundan sonraki yazıları, gazetemizdeki “Günün Getirdikleri” köşesinde günlük olayları irdeleyen yazıları ile devam edecektir.)  
Ekleme Tarihi: 16 Şubat 2024 - Cuma

O’nun Uluslararası Dünyası (*)

Atiye Hanımın şöhreti sadece İslam ülkelerinin değil, Batı ülkelerinin de dikkatini çekmişti. Oxford Üniversitesinde Türkçe dersler veren Prof. Lewis, Atiye Hanımla yaptığı konuşmayı kaydedip öğrencilerine dinletiyor, BBC Türkiye Servisinden Andrew Mango da Atiye Hanımla mülakat yapıyordu. Kitaplarından bazıları İngilizce’ye çevrilmişti.

Ortadoğu Üniversitesinde Atiye Hanımın kitapları derslerde tartışılıyor, bu kitaplar dünyanın önemli üniversitelerinin kütüphanelerinin raflarında yer alıyor, Atiye Hanıma o kütüphanelerin yönetimlerden teşekkür mektupları yağıyordu.

Dünyanın her yerinden konferans vermesi için davetler alıyor, kendisine tercümanlık yapan kızı Emirhan’la bu davetlere icabet ediyordu. O günlerin basın dünyasının en prestijli kurumları olan Ankara Gazeteciler Cemiyeti ile Türk Basın Birliği, müracaatı olmadığı halde, kendisini “onursal üye” ilan ediyordu.

Bazen idam cezası ile yargılanan Ali Bhutto’nun affı için Pakistan’a koşuyor, bazen de Batı Sahra çöllerinde Cezayir-Fas savaşında esir düşmüş Faslı bir pilotun ağzından:

“Esir düştüm. Bir de baktım ki bombalamaya çalıştığım insanlar da, aynı Allah’a, aynı Peygambere inanıyor. Benim gibi namaz kılıyor, benim gibi dua ediyor. Niye biz birbirimizi öldürüyoruz, niye birbirimize sarılmıyoruz?” sözlerini işitip, Müslümanların yaşadığı bu yaman çelişkiyi anlamanın ve buna bir çare aramanın peşine düşüyordu.

Çatışmaların göbeğinde korkusuzca dolaşıyor, Batı Sahranın uçsuz bucaksız çöllerinde ve silahların gölgesinde çocukluğunu yaşayamamış savaş mağduru yavruları, mahrum kaldıkları şefkatle kucaklıyor, onlara ana kucağının sıcaklığını hissettiriyordu.

Ali Bhutto’nun Asılmaması İçin Pakistan’a Koşması

Pakistan’ın çok sevilen lideri Ali Bhutto, Genelkurmay Başkanlığına getirdiği Ziya ül Hak tarafından yapılan bir darbe sonucunda yargılanmış, cinayet iddiası ile idama mahkum edilmiş, aile fertleri de, güya koruma bahanesi ile hapsedilmişlerdi.

Atiye Hanım 1979 yılı Mart ayında Pakistan’a gitmişti. Darbeden sonra Devlet Başkanı olan Muhammed Ziya ül Hak, kendisi ile görüşmek isteyen muhtelif milletlere mensup gazetecilerle politikacılar arasından sadece Aliye Hanıma mülakat vermeyi kabul etmişti.

Darbe lideri o günlerde çok sinirliydi, ama Atiye Hanım da insan psikolojisini çok iyi biliyordu.

Mülakat esnasında, Pakistan’ın eğitim yapılması düşünülen değişiklikler, kadınların hakları, şeriat kanunlarının kabul edilip edilmeyeceği ve Türkiye ile Pakistan arasındaki dostluk münasebetleri konuşuldu.

Atiye Hanım, Ziya ül Hak’ın beklediği ve her gazetecinin kendisine sormak istediği soruyu sormamıştı…

Mülakat bitmiş, Atiye Hanım teşekkür edip, veda etmek için ayağa kalkmıştı.

Muhammed Ziya ül Hak, o esnada dayanamayıp, “Herkesin bana sormak istediği soruyu siz bana sormadınız” demişti.

 

Atiye Hanım “Ben burada misafirinizim. Siz rahatsız edecek sorular sormak bana yakışmaz. Ama bu konuda siz bir şey söylemek isterseniz, memnuniyetle dinlerim” cevabını vermişti. Bunun üzerine Ziya ül Hak kendiliğinden konuşmaya başlamıştı.

“Benim Ali Bhutto ile ilgili şahsi bir meselem yok. Kendisi de askeri değil, sivil mahkemelerde cinayet suçlaması ile yargılanıyor. Bununla da adalet önünde herkesin eşit olduğunu gördü”

Atiye Hanım da, “Türk anneleri sizin adil ve affedici olduğunuza inanıyor. İslam’da af her türlü cezanın üstündedir. Toplumun yararı bahis olunca Hazreti Peygamber, Hazreti Hamza’nın katilini bile affetmiştir.” diye mukabele etmiş, bunun üzerine Muhammed Ziya ül Hak, “Ben kadere inanırım” demekle yetinmişti.

Ama bu konuşmadan sonra Muhammed Ziya ül Hak, Ali Bhutto’nun avukatı Hafız Piyzade’ye, Bhutto’nun eşi Şevket Hanıma ve doktoru Niyazi Beye Atiye Hanımla görüşmeleri için izin vermişti. Üçü de, darbeden sonra yaklaşık bir buçuk yıl hapishanede kalmışlardı. Anlattıklarına göre Ali Bhutto’nun hapishanedeki yaşam şartları çok kötüydü. 45 dereceyi bulan sıcak havada, hücresindeki pervane günde sadece iki saat çalışıyor, çok kötü besleniyor, tuvalete bile ancak muayyen saatlerde gidebiliyordu.

Şevket Hanım bu konuşma esnasında, Pakistan’ın Bhutto zamanında Fransa’dan atom bombası satın almaya teşebbüs ettiğinden, Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger’in Pakistan’a gelip, “Bu atom bombasını alırsan Araplara verirsin, onlar da bunu İsrail’e karşı kullanırlar” dedikten sonra, parmağını sallayarak, kocasını tehdit ettiğini söylemişti.

Amerika suçun tarifini kendisi yapar, suçluyu kendisi bulur, kendisi hüküm verir. Affetmez ve infazı o ülkedeki “our boys-bizim çocuklara” yaptırır.

Bhutto’nun kendi partisine mensup birisini öldürtmek istediği, katilin yanlışlıkla öldürülmek istenen o şahsın babasını öldürdüğü iddia ediliyordu.

Bhutto, iktidarda iken bu iddiaları tahkik etmesi için Yüksek Anayasa Koruyucuları Kurulu’ndan olan Yüksek Hakim Şefiürrahman’ı görevlendirmişti.

O, Pakistan’da çok saygın bir isimdi.

Bu sebeple, bu görevlendirilmeye daha sonra Bhutto’nun idamına karar veren Yüksek Mahkeme’nin Başkanı olan Cavit İkbal bile itiraz etmemişti. Şefiürrahman yaptığı tahkikat sonunda Bhutto’nun bu öldürülme olayında herhangi bir dahlinin olmadığı anlaşılmıştı.

Avukatı, “Ali Bhutto hapishanede ölümü bekliyor, mama katil Lahor sokaklarında serbestçe geziyor” diyordu.

Ali Bhutto’yu yargılayan hakimler, azınlık eyaletlerinden ve Bhutto’ya kin duyanlar arasından seçilmişti.

Tam bir Yassıada modeliydi…

Ne yazık ki büyük İslam alimi ve büyük şair İkbal’in oğlu, Lahor’un en yüksek dereceli hakimi Cevat İkbal, ölünceye kadar sürecek olan Yüksek Hakimlik görevini, 4 yılla sınırlayan bir kanun çıkarması  dolayısıyla Bhutto’ya karşı olan öfkesine yenilmiş ve ölüm kararını imzalamakta tereddüt etmemişti.

Bu seyahatinin en önemli taraflarından biri de, Atiye Hanımın, bu olaydan bir yıl evvel Bursa’da tanıştığı Bhutto hakkında idam kararı veren Yüksek Mahkeme Başkanı Cavit İkbal ve eşini evlerinde ziyaret etmesidir. Bu ziyaret esnasında, kadınların Pakistan’ın sosyal hayatındaki yerleri ve evrensel kadın hakları konularının konuşulmasından sonra, Atiye Hanım Cavit İkbal’e can alıcı soruyu sorar:

-“Bhutto’nun durumu için ne düşünüyorsunuz?” der ve şu konuşma geçer.

-“Dava Yüksek Mahkememizdedir. Mahkememiz, bugüne kadar, hiçbir baskıya maruz kalmamıştır. Bu sebeple Yüksek Mahkeme’nin kararına saygı duyulmalıdır.”

-“Evet ama babanız Muhammed İkbal, dünyaca sevilen bir şair ve bilgin. Düşüncelerinin mihrakında sevgi vardır. Hayatın sevgi temelini eserlerinde en güzel şekilde belirtmiştir. Sizin hayat felsefenizde de, sevgi önemli ve af cezasından üstün müdür?”

-“Herkes için af kullanılırsa adalet zedelenir.”

-“Devlet ve millet için öyle kişiler vardır ki, onlar herkes değildir.”

Bu konuşmadan sonra Atiye Hanım anlamıştır ki, Ali Bhutto’nun idamı konusunda Cavit İkbal kararlıdır. Yüksek Mahkeme’de idam kararı üçe karşı dört oyla alınmıştır. Bütün dünya bu karara itiraz ediyor, ama zalimler asılmasında ısrar ediyordu.

Kader ağlarını örmüş, Cavit İkbal’in şahsında “alimden zalim doğmuştu”.

Rahmetli Menderes ve arkadaşlarının idamından evvel eski Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’nın 27 Mayıs darbecilerinin kapısını çalması gibi, Pakistan’da köyüne çekilmiş eski Devlet başkanlarından Fazıl Ellahi Chaisdary de yollara düşmüş, Muhammed Ziya ül Hak’tan randevu istemiş bu randevu talebi kabul görmemişti.

Bunun üzerine idam cezasının infazının Pakistan’a getireceği karanlık günleri ve Pakistan’ın uluslararası itibarının zedeleneceğini bir mektup yazarak Ziya ül Hak’a anlatmıştı. Ne yazık ki, İsmet Paşa’nın darbecilere sözünü dinletemediği gibi, Fazıl Ellahi de sözünü Pakistan’ın darbecilerine dinletememişti.

Fazıl Ellahi, Atiye Hanımı kaldığı otelde ziyaret ederek, ona bu mektubun bir kopyasını vermiş ve bu mektubu bütün dünyaya duyurmasını rica etmişti.

Atiye Hanım, Bursa Hakimiyet Gazetesinde, bu ziyareti yazarken tabii ki, oraya özel bir görevle de gittiğini, Demirel’in özel bir mesajını da Muhammed Ziya ül Hak’a ilettiğini, devlet terbiyesi gereği yazmamıştı. 27 Mayıs darbesinden sonra Menderes idame mahkum edilince, dost Pakistan’ın yöneticileri harekete geçmiş ve Menderes’in idam edilmeyip, Pakistan’a gönderilmesini istemişlerdi. Demirel de bunu hatırlamış ve Atiye Hanım vasıtasıyla Muhammed Ziya ül Hak’a gönderdiği bu mesajla, Ali Bhutto’nun affını rica etmiş, Demokrat Parti geleneğinden gelen bir siyasetçi olarak Pakistan halkına karşı vefa borcunu ödemişti.

Pakistan Devlet Başkanı Ziya ül Hak, Ali Bhutto hakkındaki kararını değiştirmemiş, ama Atiye Hanımın ziyaretine de çok önem vermişti.

Muhammed Ziya ül Hak’ın eşi Begüm Han, Atye Hanım ve kızı Emirhan’ı Başkanlık konutunda ağırlamış, bu ağırlamada, Ziya ül Hak hükümetinin önemli bakanlarının eşleri de hazır bulunmuştu.

Atiye Hanım İslamabad’dan ayrıldıktan sonra, Peşaver ve Lahor’u da ziyaret etmiş, Lahor’da büyük Türk dostu ve Türk Pakistan Parlamenterleri Dostluk Grubu Başkanı olan Prof. Dr. Nayyar Wasti’yi de evinde ziyaret etmişti.

Bu ziyaret sırasında, çok güzel Türkçe konuşan ev sahibi le iki ülke arasındaki münasebetlerin geliştirilmesini konuşmuşlardı. Dr. Nayyar aynı zamanda dünyanın en tanınmış alternatif tıp uzmanlarından biriydi.

Cezayir Ziyareti ve Çölde Silahların Gölgesi

Türk dış politikası maalesef en büyük hatalarından birini, Fransızlara karşı savaşırken ölenlerin göğüslerinden Atatürk’ün fotoğrafları çıkan Cezayirlilere karşı yapmıştır. Türkiye Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Cezayirlilerin değil, Fransızların lehine oy kullanmıştır. Bu sebeple Cezayir’in kurtuluşunun 25. Yılını kutlama törenlerine, bütün dünyadan devlet adamları davet edilirken, Türkiye’den sadece Atiye Hanıma davetiye gönderilmişti. Buna kızan dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Atiye Hanıma telefon ederek Cezayir’e gitmemesini söylemişti.

Atiye Hanım cevaben “Sizin yanlış politikalarınız beni bağlamaz” demiş ve Cezayir’e gitmişti. Bu ziyaret esnasında, Fas-Cezayir arasındaki hudut ihtilafından doğan savaşın, Batı Sahra’nın “özgürlük savaşçılarının” da katılmasıyla büyüdüğünü görmüş ve Cezayir’deki Türk Büyükelçisinin “tehlikeli bir ziyaret şeklindeki ikazlarına rağmen, Cezayir hükümetinin tahsis ettiği korumalar eşliğinde çöle koşmuş, savaşan Müslüman kardeşlerin arasına girmişti. Bu savaşın sebebi, Batı Sahra’nın mevcut topraklarının yüzde sekseninin Fas Krallığı tarafından işgal edilmesiydi. Fas’a karşı özgürlük mücadelesi veren Batı Sahralıların kurdukları Polisaryo Cephesi, sürgünde kurduğu Sahra Demokratik Cumhuriyeti hükümeti ile uluslararası camiada kendisini kabul ettirmek için çalışıyordu.

Cezayir hükümeti de, Fas’ın Batı Sahraya yönelik bu tek taraflı işgal girişimini reddediyor ve Batı Sahra meselesini her fırsatta uluslararası kuruluşların gündemine taşıyordu.

Atiye Hanım Müslümanlar arasındaki bu kavganın acısını yüreğinde hissettiği için, kızı Emirhan’la, çölün o kızgın kumlarının üzerinde ve silahların gölgesinde dolaşmış, taraflarla konuşmuş, savaş alanlarındaki çadırlarda yatmıştı.

Cezayir’e ayak basar basmaz, kaldığı otelin lobisinde, Kıbrıs Türk kesimi ve Türkiye aleyhine neşriyat yapan dergileri görünce, bunu Cezayir resmi makamları nezdinde protesto etmiş, konferans vermeyeceğini, kutlama merasimlerine iştirak etmeyeceğini ve ülkesine döneceğini bildirmişti.

Cezayir hükümeti hemen o dergileri toplatmış ve Atiye Hanımın Cezayir’in en büyük gazetesine bir demeç vererek, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını ve Rumların Kıbrıs’ta işledikleri cinayetleri anlatmasını temin etmişti.

Rauf Denktaş bunu duyunca Atiye Hanımı, 1979’da Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kuruluşunun 5.yıl kutlamalarına davet etmiş, bu ziyaret esnasında, Atiye Hanım, Rauf Denktaş ve Kıbrıs’ın ilk Cumhurbaşkanı Fazıl Küçük ile konuşup, dostluklar kurmuştu.

Cezayir Dışişleri Bakanlığının Osmanlı ve Türk İlişkileri Daire Başkanı Büyükelçi A. Tevfik El Madani’nin 14.4.1980’de Atiye Hanıma yazdığı mektuptan anladığımıza göre, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Batı Sahranın bağımsızlığı için mücadele eden Polisario’ya yardım teklif etmiş, El Madani de Atiye Hanıma bir mektup yazarak, Kıbrıs Türk hükümetinin bu teklife kendisi aracılığı kazandırmasını istemiş ve Haziran ayı başınfa Topkapı Sarayı’ndaki eski tarihi vesikaları tetkik etmek için Türkiye’ye geleceğini ifade etmişti.

4 Ocak 1980 tarihinde Polisario Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ömer Hadrami de, Atiye Hanıma bir yazı yazarak, kendileri için uluslararası camiada gösterdiği gayretler dolayısıyla şükranlarını ifade etmişti.

Atiye Hanım bu mektuba verdiği cevapta, “Sahra Cumhuriyetinin bağımsızlığının 4.yılını sizlerle beraber kutlar, sevincinize yürekten katılırım. En kısa gelecekte haklı davanız önünde bütün dünyanın saygı ile eğileceğine inanıyorum. Sevgilerimle.” diyordu.

Ne yazık ki Atiye Hanım, 1980 yılının Haziran ayında Türkiye’ye gelen Cezayirli diplomat A. Tevfik El Madani ve arkadaşlarıyla İstanbul’da konuştuktan sonra, Bursa’ya dönerken Gemlik’te geçirdiği (Madenin Mektubu) bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti.

Avukat Mustafa Kemal o gün hakim huzurunda, “Güneş batarken sararır” diye ağlarken, aslında hem Hazreti Hüseyin, hem Şeyh Bedrettin, hem de karısı Atiye Keskin (Kubanlı) için ağlıyordu.

Artık sararan güneş batmış, nükte susmuş ve ışık sönmüştü.”

Sizlere Atiye Hanımın hikayesini anlatmaya çalıştım.

Onun hayatında, bazen Türkan Saylan’ı, bazen Doç. Dr. Bahriye Üçok’u görürüz. Onların müşterek karakterleri, Cumhuriyete ve modern Türkiye’ye sarsılmaz inançları ve Atatürk’e bağlılıklarıydı.

Avukat Mustafa Kemal’i bir daha hiç görmedim. Ama inanıyorum ki gözyaşları hiç kurumadı

Onun için artık hayatının manası kalmamıştı. “Sararan güneş batmış, nükte susmuş ve ışık sönmüştü.”

Bir tek arzusu vardı, o da ölerek kavuşmaktı.

Bazen gökyüzünden bize ışıklarını gönderen yıldızların, asırlarca evvel öldüğünü öğreniriz.

Atiye Hanımın da nüktelerinin ışığı uzun yıllar, sönen yıldızların ışığı gibi bizi aydınlatmaya devam edecek…

Sararıp batan güneşler, tekrar doğar ve insanları yeniden aydınlatır.

Güneşe benzeyen ve sararıp giden insanlarsa, kitaplarıyla bir daha batmamak üzere yeniden ışık saçarlar.

                                           ---------------------

(*) (Değerli okurlarımız: Kıymetli Yazarımız Ertuğrul Mat’ın, merhume Atiye Keskin (Kubanlı) nın “Bir Papazın Hatıra Defteri” kitabının sonunda yer alan ve kitabın yazarı “sönen ama bıraktığı eserlerle ışık vermeye devam eden” Atiye Hanımın hayatını kısaca bizlere anlatan, yedi tefrika halinde sizlere sunulan yazısı burada tamamlandı. Ulus okurlarına böyle kıymetli fikir insanını tanıtmaları nedeniyle Sayın Ertuğrul Mat’a ve merhumenin kızı Emirhan’a teşekkürlerimizi sunarız.

Sayın yazarımızın bundan sonraki yazıları, gazetemizdeki “Günün Getirdikleri” köşesinde günlük olayları irdeleyen yazıları ile devam edecektir.)

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.