Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçü - E.Büyükelçi
Köşe Yazarı
Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçü - E.Büyükelçi
 

İntikam Uğruna Casus Olan Kadın

1986-1993 yılları arasında 7 sene Irak’ın başkenti Bağdat’taki Büyükelçiliğimizde görev yaptım. görev boyunca İran-Irak savaşını, Kuveyt’in işgalini, 1.Körfez Savaşını ve izleyen yıllardaki BM Ambargo dönemini yaşadım. Normal şartlar altında Türk diplomatları yurtdışı vazifelerinde en fazla 4 yıl göre yapar sonra bir dahaki dış tayin dönemine değin merkezde çalışmak üzere Ankara’ya dönerler. Benimki istisnai bir durumdu. Aslında o dönemde, Irak’ta aynı görevi en uzun müddetle sürdürebilen ikinci kişiydim. Rekor ise bir başkasına aitti. Benim Irak’taki görevim tayin ile sona ererken, o kişinin görevi ise darağacında nihayetlenmişti. Kimden bahsettiğimi anlamışsınızdır tabii. ........................ Irak’taki vazifem sırasında hem görev icabı, hem de kalbim çarparak birçok kez ziyaret ettiğim yerlerin başında Bağdat’taki Türk Şehitliği gelirdi. (Ara Not: Irak’ta bir de Kut ul Amara’da Şehitliğimiz vardır.) Bağdat’taki Şehitliğimizde 200 kadar sembolik şehit mezarı yer alıyor. Şehitliği ilginç kılan bir mezar daha var: Bağdat’ın 1638 yılındaki fethi sırasında hayatını kaybeden Genç Osman’ın Anıt mezarı. (Ara not: Burada yatan Genç Osman 1622 yılında yeniçeriler tarafından tahtından indirilen, Yedikule zindanlarında defalarca ırzına geçildikten sonra boğularak öldürülen ve sonra babası 1.Ahmet’in yaptırdığı Sultanahmet’teki caniye gömülen Sultan Genç Osman (2. Osman) değildir.) Bağdat’ta yatan Genç Osman, kentin Sultan Genç Osman’ın kardeşi 4.Murat tarafından 1638’de fethi sırasında, 17 yaşında şehit olan Genç Osman isimli askerdir. Malum hikayedir: 4.Murat askerlerini teftiş ederken Genç Osman’ı görür ve “Savaşta henüz bıyığı terlememiş çocukların yeri yoktur. Var dön memleketine” der. Genç Osman da “Padişahım tarağınız var mı” diye sorar. Padişah’tan tarağını alan çocuk bunu dudağının üstüne saplayarak “İşte şimdi bıyığım oldu Sultanım” deyince 4.Murat onu alnından öper. Hikayenin bir diğer versiyonunda ise Genç Osman ile olan konuşmanın 4.Murat değil Sadrazam Hüsrev Paşa arasında geçtiği anlatılır. Siz ister birinci, ister ikinci versiyona inanın, ya da isterseniz bir versiyonunu da siz yazın. Tarih denilen böyle bir şey işte. Hikayenin devamında Genç Osman Bağdat kalesi önünde kahramanca şehit oluyor (sanki sadece “kahramanca” şehit olunurmuş gibi) ve 4.Murat “Keşki Bağdat gibi bir kaleyi fethetmeseyim de Genç Osman gibi bir aslan şehit olmasaydı” demiş, sanki başkaları şehit olmamış gibi. Haa, bir de Genç Osman türküsü var, bilirsiniz. Haydi hep birlikte söyleyelim. “Bağdat’ın kapısını Genç Osman açtı, Düşmanın cümlesi önünden kaçtı, Kelle koltukta üç gün savaştı, Her ana doğurmaz böyle bir aslan, Şehitlere Serdar oldu Genç Osman, (Burasını avaz avaz söylüyoruz) Allah, Allah deyip geçer Genç Osman hey hey...” ) ...................... Görevim sırasında Bağdat’ta bir mezarlığı daha ziyaret etmiştim. Bab el şarji bölgesindeki İngiliz Mezarlığı. Yok canım, öyle nekrofil falan sanmayın beni. Amacım sadece bir kadının mezarını görmekti. Öyle bir kadın ki Çanakkale Savaşlarında hayatını kaybeden İngiliz Subayı sevgilisinin intikamını almak için Türklere düşman olmuş, İngiliz Gizli Servisi hesabına casusluk yapmış, Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtmış, örgütlemiş, Irak devletinin kurulmasına önayak olmuş, hatta bu devletin sınırlarını eline aldığı cetvelle saptamış müthiş bir kadın. Bildiniz değil mi ? Evet, evet Gertrude Bell’den bahsediyorum. İşte bu yazımda onun hikayesini anlatacağım. Tabii ki, aklımda kaldığınca. Yapmam olası hatalar için şimdiden hoşgörünüzü istiyorum. ........................... “Casus” denildiğinde akla hep erkek casuslar geliyor. Ya kadın casuslar” ? Olmaz olur mu hiç, tarih bir çok kadın casus da görmüş. Ne var ki onların adları pek ön plana çıkmamış, filmlere, kitaplara konu olmamışlar. Hani size “bir kaç kadın casus adı söyleyin” desem sanırım çoğunuz 1.Dünya Savaşındaki Hollanda asıllı Alman casusu “Mata Hari” der sonra derin bir nefes alır, durursunuz. Muhtemelen bazılarınız son yıllarda basında yer alan , “Kızıl Ajan “ lakaplı Rus casusu Anna Chapman’ın adını hatırlar. Oysa bir sürü kadın casus var. Belki bir gün fırsat bulur benim aklımda kalan kadın casuslar ile ilgili bir yazı yazarım. Kadın-Erkek eşitsizliğinin binlerce örneğinden biri de bu işte. Ben bu eşitsizliğe yarım miskal denge getirebilmek için sizlere bugün Gertrude Bell’i anlatacağım. Böylece bir eşitsizliği, adaletsizliği, haksızlığı daha dengelemeye çalışacağım. Sözkonusu eşitsizlik, haksızlık şöyle : “Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapları Osmanlıya karşı kışkırtan İngiliz ajan kimdi?” sorusunu yönetsem, neredeyse herkes, T.E. Lawrence’in adını telaffuz eder. Hani o Peter O’Toole’un “Lawrence of Arabia” filminde canlandırdığı İngiliz casusunu söyler. Çok az kişinin aklına Gertrude Bell’in adı gelir, Lawrence’in emrinde çalıştığı kadın casusun. Bu yazıda o haksızlığı da gidermeye çalışacağım. ........................ Tam tarihini bilmiyorum ama 1800’lü yılların ikinci yarısında olmalı. İngiltere’de varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Gertrude Bell biraz erkeksi idi. Onun yaşıtı olan kızlar evde oturup koca beklerken o dönemine uymayan bir yaşam seçti. Oxford Üniversitesine yazıldı. Tarih okudu. Üniversiteden birincilikle mezun olan ilk kızdı. Tabii iş bulması mümkün değildi. Baba parası ile maceralı bir hayata atıldı. Dünya turu yaptı, dağlara falan tırmandı, çöllerde dolaştı. Sanırım 2.Abdülhamit döneminde Anadolu’ya geldi. Tarih okumuş olmasının da sağladığı altyapı ile arkeolojiye merak saldı. Osmanlı topraklarında çeşitli kazılara katıldı. Etrafta gördüklerini İngiliz makamlarına rapor ediyordu. Yani bilmeden ilk gayri resmi casusluk çalışmalarına başlamıştı. Bu arada Anadolu’da görevli bir İngiliz subayı ile tanıştı. Onun vasıtasıyla resmen casus oldu. Adam evliydi.  Belki kızı casusluğa ikna etmek için, belki de gerçekten duygusal bir yakınlaşma kız ile samimileşti. Kız ilk defa böyle duygular yaşıyordu. Subaya aşık oldu. Hem de ne aşk...delicesine. Yukarıda kullandığım “samimileşti” kelimesini okuyunca aklınıza neler geldi bilmem ama, değil başka “yakınlaşmalar”, elleri bile birbirine değmemişti. Subay başka yere atanınca ilişkileri mektuplaşmalar şekline dönüştü. Kız sevgilisinin gözüne girmek için casusluk çalışmalarını iyice yoğunlaştırdı. (Ara not: Bir çok ülkede de öyledir ama özellikle İngiltere’de, çeşitli nedenlerle yabancı ülkelere giden, oralarda yaşayan İngiliz vatandaşları, iş yapan İngiliz şirketleri gördüklerini, öğrendiklerini resmi makamlarına (Büyükelçilik, Konsolosluk) rapor ederek milli vazifelerini yerine getirirler. Ben 43 yıllık hariciyecilik yaşantımda bir Türk vatandaşının, Allah rızası için, bize bilgi verdiğine şahit olmadım. Sağolsun bizim vatandaşlarımız Devleti baba gibi görür, hep ondan ister, ondan bekler ama ona bir şey vermeyi hiç düşünmez.) Nasıl aldı bu unvanları bizim kız ? (Ara not: Nicole Kidman’ın G.Bell’i canlandırdığı “Queen of the Desert” adlı filmi izlemenizi tavsiye ederim. 5-6 yıl falan önce çekilmişti. Peter O’Toole’un “Lawrence of Arabia” filminde bizlerin nasıl küçük düşürüldüğümüzü , Arapların yüceltildiğini hatırlarsanız, bu filmde de aynı çabayı göreceksiniz). Sene 1915. Çanakkale Savaşlarındayız. Gertrude’un aşık olduğu evli İngiliz Subayı burada... artık savaşıyor mu, yoksa başka işler mi karıştırıyor bilemiyorum. Ama...tak, bir mermi Subayın hayatına son veriyor .................ve o mermi olayların seyrini değiştiriyor. Gertrude Bell, evli olduğunu bilmesine rağmen delicesine, saplantı halinde aşık olduğu adamın ölümüyle yıkılıyor. Artık hayatının tek amacı intikam almak. Kimden? Bizden tabii....yani Osmanlıdan, Türklerden. Peki nasıl yapacak bu işi? Bize karşı Arapları örgütleyerek, isyana teşvik ederek, onlar adına çalışarak. ......................... Kahire’deki Arap Bürosunda görev aldı. Burası Ortadoğu bölgesinde Osmanlı hakimiyetine son vermek için kurulmuş bir Ofisti.Bir yandan Arapları bize karşı kışkırtmak için ajanlar kullanıyor, diğer yandan Arap kabilelerin para, silah yardımı yapıyor, öte taraftan bölgeyi işgal edecek İngiliz ordularını hazırlıyordu. Arapları kışkırtmak, örgütlemek bölümünün başında kim vardı dersiniz ? Lawrence mi ? Yok canım........ Başta Gertrude Bell vardı..Lawrence onun emrinde çalışıyordu. Görüyor musunuz haksızlığı, kadın-erkek ayrımcılığını. Herkes Lawrence’ı bilir, Bell’i bilmez. ........................... İngilizler Haşimi aşiretinden Hüseyin’i (Ürdün’ün. bir önceki küçük kralı Hüseyin bin, Tallal’ın dedesi; bugünkü kralı Abdullah’ın büyükdedesi), ortamdaki boşluktan faydalanıp Mekke Şerifi yaptılar... Hüseyin oldu Şerif Hüseyin. Osmanlı bu emrivakiyi kabul etti. Zaten aile o döneme kadar Osmanlıya bağlıydı ve bir çok ferdi İstanbul’da ikamet ediyordu. (Boğaziçindeki Şerifler Yalısını bilir misiniz?) İyi de şerif denilen herif, MFÖ’nün meşhur şarkısında olduğu gibi “Sen neymişsin be abi” sendromuna kapıldı Kendini tüm Arapların, tüm Arap toprakların Şerifi ilan etti. Buna ilk tepki Suud Aşiretinden geldi. İngilizler topraklarında petrolün olduğunu bildikleri Suud’ları küstürürler mi hiç..... Herif Naşerif’e ayırdıkları “Transjordan” topraklarını ikiye bölüverdiler. (Ara not: Transjordan bölgesi Jordan, yani Ürdün nehrinin sağında ve solunda yer alan topraklardır. Bir başka anlatımla bugünkü Suudi Arabistan’ın kuzeyinde yer alan hemen hemen tüm bölgeye verilen isimdir). İkiye bölünen toprakların nehrin batısında kalan küçük kısmı, yani bugünkü Ürdün, Şerif Hüseyin’e , doğusunda kalan büyük bölümü , yani bugünkü Irak , Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a Osmanlı bölgeden atıldığında devlet kurmaları için vaad edildi. Peki Faysal’ın eti ne ki budu ne ? Kendi aşiretinin bir avuç mensubu dışında askeri yok,silahı yok, parası pulu yok, uluslararası desteği yok.....yani hiçbir şeyi yok. Tek bir  şey hariç........ ...............Gertrude Bell... Önce bölgedeki arapları Faysal’ın arkasında topladı, örgütledi. Sonra Lawrence aracılığı ile silah, para ulaştırdı.....Arkasından eline bir cetvel alıp bugünkü Irak’ın batı ve güney sınırlarını çizdi . (Ara not: haritaya bakarsanız ne demek istediğimi açıkça göreceksiniz. Irak’ın doğudaki İran ile olan sınırı ise Osmanlı ile Safevi Devleti arasında yapılan savaştan sonra 1639’da imzalanan Kasr ı Şirin Anlaşmasıyla çizilmiş ve bugüne değin değişmemiştir......Tarihi Emin Oktay’ın kitabından okumuş olanlar bu Anlaşmanı adını mutlaka hatırlarlar) Kral hazır, Araplar ayaklanmaya hazır, para pul, silah temin edildi, harita çizildi......geriye ne kaldı ?Uluslararası tanıtım. 1919, 1.Dünya Savaşını bitiren Barış Konferansı görüşmeleri Paris’te yapılıyor. Aaa, o da ne ? Kim bu kadın? O kadar erkeğin arasında ne arıyor? Kimi temsil ediyor? Eveeet, bu kadın Gertrude Bell. Irak’ın sınırlarını tanıtmaya çalışıyor. Osmanlıdan bir parça da o koparmaya çalışıyor. Kendisi için değil, Irak isimli bir ülke kurulması için...... Delicesine şuursuzca, tutkuyla, saplantı biçiminde aşık olduğu evli sevgilisini Çanakkale Savaşında öldüren Osmanlıdan intikam almak için...... ....................... Sene 1921.....1.Kahire Konferansı..... (Ara not: bu Konferansı 1939’da Roosvelt, Churchill ve İsmet İnönü’nün arasında yapılan 2.Kahire Konferansı ile karıştırmamak lazım). Konferansa Çan Kay Şek, Roosvelt ve Churchill katılıyor. İngiliz heyetinde......tabii ki. Gertrude Bell de var. Yanında yardımcısı Lawrence. Bir tanıdık sima daha mevcut; 1916 tarihli Skyes- Picot Anlaşmasının yaratıcılarından Skyes. Ne oldu Konferansta? Kısaca söylemek gerekirse Osmanlının Arap Yarımadasındaki toprakları paylaşıldı. Suriye ve Lübnan’ı Fransa’nın kucağına bıraktılar. Suud’un ağzına bir parmak bal çalıp İngilizlerin kollatına telim ettiler. Yahudilere avantajlar tanıdılar. Herif Naşerif’e Ürdün verildi......Gertrude Bell için de Irak devleti kuruldu...yani Hüseyin’in oğlu Faysal Irak Kralı yapıldı. (Ara not: Bu Kral Faysal 1.Faysal’dır. Ölünce yerine kardeşi Gazi geçti. O da genç yaşta bir otomobil kazasında yaşamını yitirince tahta çocuk yaştaki oğlu Faysal’a kaldı. Ülke Kraliyet Naibi ile idare edilirken Faysal tahsil İçin İngiltere’ye yollandı. Ürdün Kralının torunu Hüseyin (Küçük kral Hüseyin, bugünkü Ürdün kralının babası) ile birlikte Harrow School’da eğitim gördüler. Londra yakınlarındaki Harrow’a beni orada yaşayan arkadaşımız Sinan Beyciğimiz götürmüş ve Churchill dahil bilmem kaç İngiliz Başbakanının, Bakanının, nice ülkelerin önde gelen şahsiyetlerinin (Bizden de ilk aklıma gelen Ali Koç’un) okuduğu Harrow School’u göstermişti) (BirAnı: Meslek hayatımda kral Hüseyin ile 5-6 kez karşılaştım. Her defasında bana 40 yıldır uzak kaldığı bir akrabasını görmüş gibi büyük bir gülümseme ile elimi sıktı “Sizi görmek ne güzel, iyi ki geldiniz , çok memnun oldum, fırsat bulduğumuzda oturur sohbet ederiz” dedi. Ben de “yahu, ne önemli adammışım, baksana Kral beni hatırladı” diye düşündüm, böbürlendim, koltuklarım kabardı, yürüyüşüm değişti, bakışlarıma ciddi bir hava geldi. Sonra fark ettim kiiii....meğer Kral Hüseyin her gördüğüne aynı muameleyi çekiyor, büyük bir gülümseme ile eline sarılıyor, aynın lafları söylüyor, karşısındakini mest ediyormuş. Olsun varsın...bani kısa süre ile olsa da mutlu etti ya, kendimi önemli hissetmemi sağladı ya...yetmez mi ? Ah seni gidi Küçük kral ah.) (Bir ara not daha: 2.Faysal kral olunca uygun bir eş arandı. Mustafa Kemal’in teklifini geri çevirip amcası Halife Abdülmecid Efendinin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi ile evlenen, Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’ın kızlarından Hanzade Sultan’ın kızı Fazıla uygun görüldü. Fazıla ile Faysal İstanbul’da nişanlandılar. 2.Faysal düğün hazırlıklarını yapmak için Bağdat’a döndü. Sene 1958 idi........ ...........Tuğgeneral Abdülkerim Kasım darbe yaptı..Kral Faysal dahil tüm hanedan mensupları Sarayın bahçesinde toplandı ve ................açılan makineli tüfek ateşiyle hepsi öldürüldü.....Fazıla Sultan daha evlenmeden dul kalmıştı...... Konuyu biraz saptırdığım için özür dilerim...Sabiha Sultan ve Ömer Faruk Efendinin üç kızı ve torunlarının filmlere, TV dizilerine konu olacak hikayeleri de vardır)  Ne diyorduk? 1.Faysal kraldı kral olmasına ama ülkenin en etkili ikinci kişisi Gertrude Bell idi. Faysal ve Irak halkı ona “el Hatun” lakabını takmıştı. Yabancılar ise ona “Irak’ın Taçsız Kraliçesi” diyorlardı. “Çölün Kızı” lakabı yerini “Taçsız Kraliçe”liğe bırakmıştı. Bir taraftan uluslararası arenada Irak için çabalarını yürütmeye devam eden “el Hatun”, ülke içinde de Kral Faysal’ın baş danışmanlığını yapıyor, bakan atamaları dahil her “işe” maydonoz oluyordu. Eski ilgi alanını arkeolojiyi de unutmadı, Bağdat Müzesini , Bağdat Arkeoloji Müzesini kurdu.  (Ara not: Ben de tarihe meraklı olduğumdan bu müzeleri defalarca gezmiştim. Körfez Savaşından sonra Amerikan işgali sırasında bu müzeler yağmalandı. Şimdi kim bilir hangi Teksaslı petrol milyarderi kovboyun evinde bu eserler tarihi değerini yansıtmayan köşe bucakta yer alıyor. Irak’ın adını “Ayrak” olarak telaffuz eden bu kovboylar Tanrı bilir Babil’i de “Baybıl” şekilinde söylüyorlardır. Kocaman evlerine döndüklerinde kocaman şapkalarını Hammurabi’nin, Nabukadnezar’ın heykelinin üstüne asıyorlardır). Sonra ne oldu? Irak Devleti kurulduktan 4-5 yıl sonra Gertrude Bell Bağdat’taki evinde , yatağında ölü bulundu. Baş ucundaki komodinin üstünde boş uyku ilacı kutuları vardı........”İntihar etti” dediler. Peki, neden? “Sevdiği adamın ölümünü unutamadı, bunalıma girdi de ondan” açıklaması getirildi. Kimse çıkıp ta “Yahu, sevgilisi öleli 10 yıl olmuş, intikamını almış, istediği herseyi elde etmiş, tarihe geçmiş neden intihar etsin ki” demedi. Kadıncağızı apar topar Bağdat’taki İngiliz mezarlığına defnettiler. Kral Faysal herşeyini borçlu olduğu Gertrude’ın, “Irak’ın Taçsız Kraliçesi”nin, “Çöllerin Kızı ”nın,.......”el Hatun”un ne cenazesine katıldı, ne de mezarına gitti.... “Vefa” denilen sadece İstanbul’da bir semt...bir de bozacı.... Irak’ta “vefa” ne arar”.... Bu “intihar”ın ardından , “torba değil ki ağzını büzelim” denilen bazı çevreler olayın siyasi cinayet , suikast olabileceğini ileri sürdüler...... .............. Siz ne dersiniz? ................................... Gertrude Bell bu dünyaya kız geldi, kız gitti. Eline erkek eli değmedi. Aseksüel miydi acaba? Kim bilir? (Son ara not: Dünyanın sayılı üniversitelerinden olan Cambridge ve Oxford’a bakıldığında , önemli ingiliz casuslarının, ajanlarının çoğunlukla bu okullarda okumuş olmaları bir tesadüf mü acaba ? Üstelik bu kişlerin çoğunda olağanın dışında seksüel eğilimler bulunması da rastlantı olarak izah edilebilir mi? Son dönemlerin en büyük casusları sayılan Cambridge Beşlisinden Burgess, MacLean, Blake aseksüel,  Blunt’ı bilmiyorum. Heteroseksüel bir tek Kim Philby var. Grubun hiç bulunamayan 6 üyesinin de ne olduğu meçhul). Lafı fazla uzatıp sizleri bunalıma sokmamak için konuyu elimden geldiğince kısa  tuttum, bir çok olayı atladım, “neden-niçin- nasıl” sorularını hiç ele almadım. Bu nedenle aklınıza takılan hususlar olabilir. Merak ettiğiniz noktalar varsa sorun, açıklamaya çalışayım. Haaa, yolunuz bir gün benim7 yılımı geçirdiğim Bağdat’a düşerse Genç Osman’ın mezarını ziyareti ihmal etmeyin........bir de....vakit bulursanız..................”Çöl Kızı”nın, “Çöl Kraliçesi”nin “Irak’ın Taçsız Kraliçesi”nin, “Ulusların şekillendiricisi”nin.......”el Hatun”un mütevazi mezarını ziyaret edin........... --    
Ekleme Tarihi: 22 Ağustos 2023 - Salı

İntikam Uğruna Casus Olan Kadın

1986-1993 yılları arasında 7 sene Irak’ın başkenti Bağdat’taki Büyükelçiliğimizde görev yaptım. görev boyunca İran-Irak savaşını, Kuveyt’in işgalini, 1.Körfez Savaşını ve izleyen yıllardaki BM Ambargo dönemini yaşadım.

Normal şartlar altında Türk diplomatları yurtdışı vazifelerinde en fazla 4 yıl göre yapar sonra bir dahaki dış tayin dönemine değin merkezde çalışmak üzere Ankara’ya dönerler. Benimki istisnai bir durumdu.

Aslında o dönemde, Irak’ta aynı görevi en uzun müddetle sürdürebilen ikinci kişiydim. Rekor ise bir başkasına aitti. Benim Irak’taki görevim tayin ile sona ererken, o kişinin görevi ise darağacında nihayetlenmişti. Kimden bahsettiğimi anlamışsınızdır tabii.

........................

Irak’taki vazifem sırasında hem görev icabı, hem de kalbim çarparak birçok kez ziyaret ettiğim yerlerin başında Bağdat’taki Türk Şehitliği gelirdi.

(Ara Not: Irak’ta bir de Kut ul Amara’da Şehitliğimiz vardır.)

Bağdat’taki Şehitliğimizde 200 kadar sembolik şehit mezarı yer alıyor. Şehitliği ilginç kılan bir mezar daha var: Bağdat’ın 1638 yılındaki fethi sırasında hayatını kaybeden Genç Osman’ın Anıt mezarı.

(Ara not: Burada yatan Genç Osman 1622 yılında yeniçeriler tarafından tahtından indirilen, Yedikule zindanlarında defalarca ırzına geçildikten sonra boğularak öldürülen ve sonra babası 1.Ahmet’in yaptırdığı Sultanahmet’teki caniye gömülen Sultan Genç Osman (2. Osman) değildir.)

Bağdat’ta yatan Genç Osman, kentin Sultan Genç Osman’ın kardeşi 4.Murat tarafından 1638’de fethi sırasında, 17 yaşında şehit olan Genç Osman isimli askerdir.

Malum hikayedir: 4.Murat askerlerini teftiş ederken Genç Osman’ı görür ve “Savaşta henüz bıyığı terlememiş çocukların yeri yoktur. Var dön memleketine” der. Genç Osman da “Padişahım tarağınız var mı” diye sorar. Padişah’tan tarağını alan çocuk bunu dudağının üstüne saplayarak “İşte şimdi bıyığım oldu Sultanım” deyince 4.Murat onu alnından öper.

Hikayenin bir diğer versiyonunda ise Genç Osman ile olan konuşmanın 4.Murat değil Sadrazam Hüsrev Paşa arasında geçtiği anlatılır.

Siz ister birinci, ister ikinci versiyona inanın, ya da isterseniz bir versiyonunu da siz yazın. Tarih denilen böyle bir şey işte.

Hikayenin devamında Genç Osman Bağdat kalesi önünde kahramanca şehit oluyor (sanki sadece “kahramanca” şehit olunurmuş gibi) ve 4.Murat “Keşki Bağdat gibi bir kaleyi fethetmeseyim de Genç Osman gibi bir aslan şehit olmasaydı” demiş, sanki başkaları şehit olmamış gibi.

Haa, bir de Genç Osman türküsü var, bilirsiniz.

Haydi hep birlikte söyleyelim.

“Bağdat’ın kapısını Genç Osman açtı,

Düşmanın cümlesi önünden kaçtı,

Kelle koltukta üç gün savaştı,

Her ana doğurmaz böyle bir aslan,

Şehitlere Serdar oldu Genç Osman,

(Burasını avaz avaz söylüyoruz) Allah, Allah deyip geçer Genç Osman hey hey...” )

......................

Görevim sırasında Bağdat’ta bir mezarlığı daha ziyaret etmiştim. Bab el şarji bölgesindeki İngiliz Mezarlığı.

Yok canım, öyle nekrofil falan sanmayın beni. Amacım sadece bir kadının mezarını görmekti.

Öyle bir kadın ki Çanakkale Savaşlarında hayatını kaybeden İngiliz Subayı sevgilisinin intikamını almak için Türklere düşman olmuş, İngiliz Gizli Servisi hesabına casusluk yapmış, Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtmış, örgütlemiş, Irak devletinin kurulmasına önayak olmuş, hatta bu devletin sınırlarını eline aldığı cetvelle saptamış müthiş bir kadın.

Bildiniz değil mi ? Evet, evet Gertrude Bell’den bahsediyorum.

İşte bu yazımda onun hikayesini anlatacağım. Tabii ki, aklımda kaldığınca. Yapmam olası hatalar için şimdiden hoşgörünüzü istiyorum.

...........................

“Casus” denildiğinde akla hep erkek casuslar geliyor. Ya kadın casuslar” ? Olmaz olur mu hiç, tarih bir çok kadın casus da görmüş. Ne var ki onların adları pek ön plana çıkmamış, filmlere, kitaplara konu olmamışlar. Hani size “bir kaç kadın casus adı söyleyin” desem sanırım çoğunuz 1.Dünya Savaşındaki Hollanda asıllı Alman casusu “Mata Hari” der sonra derin bir nefes alır, durursunuz. Muhtemelen bazılarınız son yıllarda basında yer alan , “Kızıl Ajan “ lakaplı Rus casusu Anna Chapman’ın adını hatırlar.

Oysa bir sürü kadın casus var. Belki bir gün fırsat bulur benim aklımda kalan kadın casuslar ile ilgili bir yazı yazarım.

Kadın-Erkek eşitsizliğinin binlerce örneğinden biri de bu işte. Ben bu eşitsizliğe yarım miskal denge getirebilmek için sizlere bugün Gertrude Bell’i anlatacağım. Böylece bir eşitsizliği, adaletsizliği, haksızlığı daha dengelemeye çalışacağım.

Sözkonusu eşitsizlik, haksızlık şöyle :

“Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapları Osmanlıya karşı kışkırtan İngiliz ajan kimdi?” sorusunu yönetsem, neredeyse herkes, T.E. Lawrence’in adını telaffuz eder.

Hani o Peter O’Toole’un “Lawrence of Arabia” filminde canlandırdığı İngiliz casusunu söyler. Çok az kişinin aklına Gertrude Bell’in adı gelir, Lawrence’in emrinde çalıştığı kadın casusun. Bu yazıda o haksızlığı da gidermeye çalışacağım.

........................

Tam tarihini bilmiyorum ama 1800’lü yılların ikinci yarısında olmalı. İngiltere’de varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Gertrude Bell biraz erkeksi idi. Onun yaşıtı olan kızlar evde oturup koca beklerken o dönemine uymayan bir yaşam seçti. Oxford Üniversitesine yazıldı. Tarih okudu. Üniversiteden birincilikle mezun olan ilk kızdı. Tabii iş bulması mümkün değildi. Baba parası ile maceralı bir hayata atıldı. Dünya turu yaptı, dağlara falan tırmandı, çöllerde dolaştı.

Sanırım 2.Abdülhamit döneminde Anadolu’ya geldi. Tarih okumuş olmasının da sağladığı altyapı ile arkeolojiye merak saldı. Osmanlı topraklarında çeşitli kazılara katıldı. Etrafta gördüklerini İngiliz makamlarına rapor ediyordu. Yani bilmeden ilk gayri resmi casusluk çalışmalarına başlamıştı.

Bu arada Anadolu’da görevli bir İngiliz subayı ile tanıştı. Onun vasıtasıyla resmen casus oldu. Adam evliydi.  Belki kızı casusluğa ikna etmek için, belki de gerçekten duygusal bir yakınlaşma kız ile samimileşti.

Kız ilk defa böyle duygular yaşıyordu. Subaya aşık oldu. Hem de ne aşk...delicesine. Yukarıda kullandığım “samimileşti” kelimesini okuyunca aklınıza neler geldi bilmem ama, değil başka “yakınlaşmalar”, elleri bile birbirine değmemişti. Subay başka yere atanınca ilişkileri mektuplaşmalar şekline dönüştü. Kız sevgilisinin gözüne girmek için casusluk çalışmalarını iyice yoğunlaştırdı.

(Ara not: Bir çok ülkede de öyledir ama özellikle İngiltere’de, çeşitli nedenlerle yabancı ülkelere giden, oralarda yaşayan İngiliz vatandaşları, iş yapan İngiliz şirketleri gördüklerini, öğrendiklerini resmi makamlarına (Büyükelçilik, Konsolosluk) rapor ederek milli vazifelerini yerine getirirler. Ben 43 yıllık hariciyecilik yaşantımda bir Türk vatandaşının, Allah rızası için, bize bilgi verdiğine şahit olmadım. Sağolsun bizim vatandaşlarımız Devleti baba gibi görür, hep ondan ister, ondan bekler ama ona bir şey vermeyi hiç düşünmez.)

Nasıl aldı bu unvanları bizim kız ?

(Ara not: Nicole Kidman’ın G.Bell’i canlandırdığı “Queen of the Desert” adlı filmi izlemenizi tavsiye ederim. 5-6 yıl falan önce çekilmişti. Peter O’Toole’un “Lawrence of Arabia” filminde bizlerin nasıl küçük düşürüldüğümüzü , Arapların yüceltildiğini hatırlarsanız, bu filmde de aynı çabayı göreceksiniz).

Sene 1915. Çanakkale Savaşlarındayız. Gertrude’un aşık olduğu evli İngiliz Subayı burada... artık savaşıyor mu, yoksa başka işler mi karıştırıyor bilemiyorum. Ama...tak, bir mermi Subayın hayatına son veriyor .................ve o mermi olayların seyrini değiştiriyor. Gertrude Bell, evli olduğunu bilmesine rağmen delicesine, saplantı halinde aşık olduğu adamın ölümüyle yıkılıyor.

Artık hayatının tek amacı intikam almak. Kimden? Bizden tabii....yani Osmanlıdan, Türklerden.

Peki nasıl yapacak bu işi? Bize karşı Arapları örgütleyerek, isyana teşvik ederek, onlar adına çalışarak.

.........................

Kahire’deki Arap Bürosunda görev aldı.

Burası Ortadoğu bölgesinde Osmanlı hakimiyetine son vermek için kurulmuş bir Ofisti.Bir yandan Arapları bize karşı kışkırtmak için ajanlar kullanıyor, diğer yandan Arap kabilelerin para, silah yardımı yapıyor, öte taraftan bölgeyi işgal edecek İngiliz ordularını hazırlıyordu.

Arapları kışkırtmak, örgütlemek bölümünün başında kim vardı dersiniz ? Lawrence mi ? Yok canım........ Başta Gertrude Bell vardı..Lawrence onun emrinde çalışıyordu. Görüyor musunuz haksızlığı, kadın-erkek ayrımcılığını. Herkes Lawrence’ı bilir, Bell’i bilmez.

...........................

İngilizler Haşimi aşiretinden Hüseyin’i (Ürdün’ün. bir önceki küçük kralı Hüseyin bin, Tallal’ın dedesi; bugünkü kralı Abdullah’ın büyükdedesi), ortamdaki boşluktan faydalanıp Mekke Şerifi yaptılar...

Hüseyin oldu Şerif Hüseyin. Osmanlı bu emrivakiyi kabul etti. Zaten aile o döneme kadar Osmanlıya bağlıydı ve bir çok ferdi İstanbul’da ikamet ediyordu. (Boğaziçindeki Şerifler Yalısını bilir misiniz?) İyi de şerif denilen herif, MFÖ’nün meşhur şarkısında olduğu gibi “Sen neymişsin be abi” sendromuna kapıldı

Kendini tüm Arapların, tüm Arap toprakların Şerifi ilan etti. Buna ilk tepki Suud Aşiretinden geldi. İngilizler topraklarında petrolün olduğunu bildikleri Suud’ları küstürürler mi hiç.....

Herif Naşerif’e ayırdıkları “Transjordan” topraklarını ikiye bölüverdiler.

(Ara not: Transjordan bölgesi Jordan, yani Ürdün nehrinin sağında ve solunda yer alan topraklardır. Bir başka anlatımla bugünkü Suudi Arabistan’ın kuzeyinde yer alan hemen hemen tüm bölgeye verilen isimdir).

İkiye bölünen toprakların nehrin batısında kalan küçük kısmı, yani bugünkü Ürdün, Şerif Hüseyin’e , doğusunda kalan büyük bölümü , yani bugünkü Irak , Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a Osmanlı bölgeden atıldığında devlet kurmaları için vaad edildi.

Peki Faysal’ın eti ne ki budu ne ? Kendi aşiretinin bir avuç mensubu dışında askeri yok,silahı yok, parası pulu yok, uluslararası desteği yok.....yani hiçbir şeyi yok.

Tek bir  şey hariç........

...............Gertrude Bell...

Önce bölgedeki arapları Faysal’ın arkasında topladı, örgütledi. Sonra Lawrence aracılığı ile silah, para ulaştırdı.....Arkasından eline bir cetvel alıp bugünkü Irak’ın batı ve güney sınırlarını çizdi .

(Ara not: haritaya bakarsanız ne demek istediğimi açıkça göreceksiniz. Irak’ın doğudaki İran ile olan sınırı ise Osmanlı ile Safevi Devleti arasında yapılan savaştan sonra 1639’da imzalanan Kasr ı Şirin Anlaşmasıyla çizilmiş ve bugüne değin değişmemiştir......Tarihi Emin Oktay’ın kitabından okumuş olanlar bu Anlaşmanı adını mutlaka hatırlarlar)

Kral hazır, Araplar ayaklanmaya hazır, para pul, silah temin edildi, harita çizildi......geriye ne kaldı ?Uluslararası tanıtım.

1919, 1.Dünya Savaşını bitiren Barış Konferansı görüşmeleri Paris’te yapılıyor. Aaa, o da ne ? Kim bu kadın? O kadar erkeğin arasında ne arıyor?

Kimi temsil ediyor?

Eveeet, bu kadın Gertrude Bell. Irak’ın sınırlarını tanıtmaya çalışıyor. Osmanlıdan bir parça da o koparmaya çalışıyor. Kendisi için değil, Irak isimli bir ülke kurulması için......

Delicesine şuursuzca, tutkuyla, saplantı biçiminde aşık olduğu evli sevgilisini Çanakkale Savaşında öldüren Osmanlıdan intikam almak için......

.......................

Sene 1921.....1.Kahire Konferansı.....

(Ara not: bu Konferansı 1939’da Roosvelt, Churchill ve İsmet İnönü’nün arasında yapılan 2.Kahire Konferansı ile karıştırmamak lazım).

Konferansa Çan Kay Şek, Roosvelt ve Churchill katılıyor. İngiliz heyetinde......tabii ki. Gertrude Bell de var. Yanında yardımcısı Lawrence. Bir tanıdık sima daha mevcut; 1916 tarihli Skyes- Picot Anlaşmasının yaratıcılarından Skyes.

Ne oldu Konferansta?

Kısaca söylemek gerekirse Osmanlının Arap Yarımadasındaki toprakları paylaşıldı. Suriye ve Lübnan’ı Fransa’nın kucağına bıraktılar. Suud’un ağzına bir parmak bal çalıp İngilizlerin kollatına telim ettiler. Yahudilere avantajlar tanıdılar. Herif Naşerif’e Ürdün verildi......Gertrude Bell için de Irak devleti kuruldu...yani Hüseyin’in oğlu Faysal Irak Kralı yapıldı.

(Ara not: Bu Kral Faysal 1.Faysal’dır. Ölünce yerine kardeşi Gazi geçti. O da genç yaşta bir otomobil kazasında yaşamını yitirince tahta çocuk yaştaki oğlu Faysal’a kaldı. Ülke Kraliyet Naibi ile idare edilirken Faysal tahsil İçin İngiltere’ye yollandı. Ürdün Kralının torunu Hüseyin (Küçük kral Hüseyin, bugünkü Ürdün kralının babası) ile birlikte Harrow School’da eğitim gördüler. Londra yakınlarındaki Harrow’a beni orada yaşayan arkadaşımız Sinan Beyciğimiz götürmüş ve Churchill dahil bilmem kaç İngiliz Başbakanının, Bakanının, nice ülkelerin önde gelen şahsiyetlerinin (Bizden de ilk aklıma gelen Ali Koç’un) okuduğu Harrow School’u göstermişti)

(BirAnı: Meslek hayatımda kral Hüseyin ile 5-6 kez karşılaştım. Her defasında bana 40 yıldır uzak kaldığı bir akrabasını görmüş gibi büyük bir gülümseme ile elimi sıktı “Sizi görmek ne güzel, iyi ki geldiniz , çok memnun oldum, fırsat bulduğumuzda oturur sohbet ederiz” dedi. Ben de “yahu, ne önemli adammışım, baksana Kral beni hatırladı” diye düşündüm, böbürlendim, koltuklarım kabardı, yürüyüşüm değişti, bakışlarıma ciddi bir hava geldi. Sonra fark ettim kiiii....meğer Kral Hüseyin her gördüğüne aynı muameleyi çekiyor, büyük bir gülümseme ile eline sarılıyor, aynın lafları söylüyor, karşısındakini mest ediyormuş. Olsun varsın...bani kısa süre ile olsa da mutlu etti ya, kendimi önemli hissetmemi sağladı ya...yetmez mi ? Ah seni gidi Küçük kral ah.)

(Bir ara not daha: 2.Faysal kral olunca uygun bir eş arandı. Mustafa Kemal’in teklifini geri çevirip amcası Halife Abdülmecid Efendinin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi ile evlenen, Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’ın kızlarından Hanzade Sultan’ın kızı Fazıla uygun görüldü. Fazıla ile Faysal İstanbul’da nişanlandılar. 2.Faysal düğün hazırlıklarını yapmak için Bağdat’a döndü. Sene 1958 idi........

...........Tuğgeneral Abdülkerim Kasım darbe yaptı..Kral Faysal dahil tüm hanedan mensupları Sarayın bahçesinde toplandı ve ................açılan makineli tüfek ateşiyle hepsi öldürüldü.....Fazıla Sultan daha evlenmeden dul kalmıştı...... Konuyu biraz saptırdığım için özür dilerim...Sabiha Sultan ve Ömer Faruk Efendinin üç kızı ve torunlarının filmlere, TV dizilerine konu olacak hikayeleri de vardır)

 Ne diyorduk?

1.Faysal kraldı kral olmasına ama ülkenin en etkili ikinci kişisi Gertrude Bell idi. Faysal ve Irak halkı ona “el Hatun” lakabını takmıştı. Yabancılar ise ona “Irak’ın Taçsız Kraliçesi” diyorlardı. “Çölün Kızı” lakabı yerini “Taçsız Kraliçe”liğe bırakmıştı.

Bir taraftan uluslararası arenada Irak için çabalarını yürütmeye devam eden “el Hatun”, ülke içinde de Kral Faysal’ın baş danışmanlığını yapıyor, bakan atamaları dahil her “işe” maydonoz oluyordu. Eski ilgi alanını arkeolojiyi de unutmadı, Bağdat Müzesini , Bağdat Arkeoloji Müzesini kurdu.

 (Ara not: Ben de tarihe meraklı olduğumdan bu müzeleri defalarca gezmiştim. Körfez Savaşından sonra Amerikan işgali sırasında bu müzeler yağmalandı. Şimdi kim bilir hangi Teksaslı petrol milyarderi kovboyun evinde bu eserler tarihi değerini yansıtmayan köşe bucakta yer alıyor. Irak’ın adını “Ayrak” olarak telaffuz eden bu kovboylar Tanrı bilir Babil’i de “Baybıl” şekilinde söylüyorlardır. Kocaman evlerine döndüklerinde kocaman şapkalarını Hammurabi’nin, Nabukadnezar’ın heykelinin üstüne asıyorlardır).

Sonra ne oldu?

Irak Devleti kurulduktan 4-5 yıl sonra Gertrude Bell Bağdat’taki evinde , yatağında ölü bulundu. Baş ucundaki komodinin üstünde boş uyku ilacı kutuları vardı........”İntihar etti” dediler.

Peki, neden?

“Sevdiği adamın ölümünü unutamadı, bunalıma girdi de ondan” açıklaması getirildi. Kimse çıkıp ta “Yahu, sevgilisi öleli 10 yıl olmuş, intikamını almış, istediği herseyi elde etmiş, tarihe geçmiş neden intihar etsin ki” demedi. Kadıncağızı apar topar Bağdat’taki İngiliz mezarlığına defnettiler.

Kral Faysal herşeyini borçlu olduğu Gertrude’ın, “Irak’ın Taçsız Kraliçesi”nin, “Çöllerin Kızı ”nın,.......”el Hatun”un ne cenazesine katıldı, ne de mezarına gitti....

“Vefa” denilen sadece İstanbul’da bir semt...bir de bozacı.... Irak’ta “vefa” ne arar”....

Bu “intihar”ın ardından , “torba değil ki ağzını büzelim” denilen bazı çevreler olayın siyasi cinayet , suikast olabileceğini ileri sürdüler......

.............. Siz ne dersiniz?

...................................

Gertrude Bell bu dünyaya kız geldi, kız gitti. Eline erkek eli değmedi. Aseksüel miydi acaba?

Kim bilir?

(Son ara not: Dünyanın sayılı üniversitelerinden olan Cambridge ve Oxford’a bakıldığında , önemli ingiliz casuslarının, ajanlarının çoğunlukla bu okullarda okumuş olmaları bir tesadüf mü acaba ? Üstelik bu kişlerin çoğunda olağanın dışında seksüel eğilimler bulunması da rastlantı olarak izah edilebilir mi? Son dönemlerin en büyük casusları sayılan Cambridge Beşlisinden Burgess, MacLean, Blake aseksüel,  Blunt’ı bilmiyorum. Heteroseksüel bir tek Kim Philby var. Grubun hiç bulunamayan 6 üyesinin de ne olduğu meçhul).

Lafı fazla uzatıp sizleri bunalıma sokmamak için konuyu elimden geldiğince kısa  tuttum, bir çok olayı atladım, “neden-niçin- nasıl” sorularını hiç ele almadım. Bu nedenle aklınıza takılan hususlar olabilir. Merak ettiğiniz noktalar varsa sorun, açıklamaya çalışayım.

Haaa, yolunuz bir gün benim7 yılımı geçirdiğim Bağdat’a düşerse Genç Osman’ın mezarını ziyareti ihmal etmeyin........bir de....vakit bulursanız..................”Çöl Kızı”nın, “Çöl Kraliçesi”nin “Irak’ın Taçsız Kraliçesi”nin, “Ulusların şekillendiricisi”nin.......”el Hatun”un mütevazi mezarını ziyaret edin...........

--

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.