Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçü - E.Büyükelçi
Köşe Yazarı
Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçü - E.Büyükelçi
 

Mahlukat ve Hayvanat ül Bodrum

Ben, büyükbaş, küçükbaş değil de minik baş hayvanların, daha doğrusu sinek, böcek, yılan, çiyan ve benzeri , ne  faydası olduğunu bir türlü anlayamadığım mahlukatın tıpkı insanlar gibi yaz aylarında tatile çıktıklarına, sayfiye yerlerine gittiklerine inanmaya başladım. Kışın ortalıklarda görülmeyen bu mahlukat yaz geldi mi bizden önce yazlıklarımıza gidip yerleşiyor, bizleri bezdirip kaçırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ne kadar mücadele etseniz nafile, savaşı her zaman onlar kazanıyor ve “dağdan gelmiş, bağdakini” kovuyor sözünü haklı çıkarıyor. Bakın nasıl; Dişinizden tırnağınızdan arttırdığınız parayla , toparlanıp yaz tatiline gidiyorsunuz. Amacınız ağız tadıyla bir tatil yaşamak. Diyelim ki, vakti zamanında almış olduğunuz bir yazlığınız var. “Vakti zamanında “ diyorum zira  şimdilerde yazlık almak için yerli ama artık milli olmayan piyangonun büyük ikramiyesini kazanmış olmanız gerekiyor. “Bakalım bu yıl binada hangi tamirat, ne kadar masraf karşıma çıkacak” diye düşünürken anahtarınızla yazlığınızın kapısını açıp içeri gir……..emiyorsunuz. Sizden önce yazlığa çıkıp evinizi işgaleden örümcekler girişinize mani oluyor.  “Dakka bir, gol bir” durumu yani. Bavulları bir yana bırakıp örümcek ordusuna karşı bilmem kaçıncı Harb i umumiye başlıyorsunuz. Uzun uğraşlardan sonra örümcek ağlarını yarıp içeri giriyorsunuz….Sakın savaşı kazandığınızı sanmayın ; örümcek kıtaları sadece taktiksel ricatta. Gizlendikleri yerden çıkıp yeniden saldırıya geçmek için fırsat kollamakta. Sanki hiç geri dönmeyecekmişiniz gibi tıka basa doldurduğunuz bavullarınızı, kalp krizi geçirmeden yatak odasına taşıyıp biraz soluklanmak için kendinizi yatağın üzerine bırakıyorsunuz.. Daha sırtınız yatağa demeden mutfaktan bir çığlık geliyor. Eşinizin çığlığı. Fırlayıp mutfağa yöneliyorsunuz.Eşiniz mutfak taburesinin üstüne çıkmış eliyle yerleri gösteriyor. Bakıyorsunuz. Bir sürü T 34 tankı misali yaratık kol düzeniyle üstünüze doğru ilerliyor. Karafatmalar, hamam böcekleri, kakalaklar. La cucarachalar yani.Hepsi hormonlu, en küçüğü nah bu kadar. Eşiniz “ben bu evde kalmam” diye yırtınıyor, taburenin üstünde tepiniyor. Komşuların duyup polis çağıracağından korkuyorsunuz. Eşinizi sakinleştirmeye çalışırken bu defa banyodan kızınızın (torununuzun) feryadı camları titreştiriyor; “yetişiiin”. Bir hamle ile banyoya varıyorsunuz. Kızınız (torununuz) klozetin üstüne çıkmış, elindeki  saç fırçası ile silahlanmış biçimde banyonun su giderine bakıp çığlıklar atıyor.. Bakıyorsunuz, Walt Disney’inki kadar  olmasa bile yine  de sevimli minik bir fare korkudan büzülmüş duruyor. Bir taraftan T 34 tankları gibi hücuma geçen karafatmalar, öte yandan miki fare…iki cepheli bir savaş durumundasınız. Meseleyle ertesi sabah uğraşmak niyetiyle yatak odasına çekiliyorsunuz. Yarın ilaçlar, zehirler gibi kimyasal silahlar satın alıp savaşa devam edeceksiniz. Ama şimdi “sathı müdafaa değil hattı müdafaa” zamanı. Yatak odasına çekilip geceyi geçirmek üzere kapıyı kapatıyorsunuz. Öfff, amma sıcak.. Klima ?. Salonda kaldığını farkediyorsunuz. Pencereyi açmak gafletinde bulunmanızla beraber kendilerine özgü “Tora, tora, tora” sesleriyle  sivrisinek kamikazelerinin saldırısına uğruyorsunuz. Eşiniz “hemen geri dönelim” diyor, kızınız “keşke gelmeseydik diyor. Snki bu mahlûkat istilasının sorumlusu sizmişsiniz gibi sizi suçluyorlar. Hemen çıkıp kaçmak, evi terketmek istiyorsunuz ama eşinizin elendiğinizin ertesi günü ilk ve son kez size yaptığı kahve hatırınıza geliyor, “daha 40 yılın dolmasına vakit var” diye düşünüp dişinizi sıkmaya karar veriyorsunuz. O kadar yorgunsunuz ki, gece boyunca  ortaya çıkan sesleri duymayıp pestil gibi uyuyorsunuz. Taa ki…… …………..Taa ki,  gün doğarken Cırcır Böcekleri Senfoni Orkestrasının  sabah konseri başlayana değin. Aman yarabbi o ne asap bozucu, ne tekdüze bir müzik. Ravel’in Bolero’sundan bile daha monoton, daha sıkıcı . Yorulmuyorlar, devamlı çalıp duruyorlar. Elinizde atom bombası olsa tereddütsüz kullanacaksınız. Kalkıp erkenden çarşıya gidiyorsunuz. Eczalar, zehirler, tabletler, kapanlar, kovucular, spreyler velhasıl bu mahlukata karşı icad edilmiş her silahı  alıyorsunuz. Faturası…..asgari ücretin artmış hali kadar tutuyor. Eve döndüğünüzde karınız bir yandan, kızınız diğer yandan size hücum ediyor. Ben hayvan düşmanıymışım, o mahlukatın da canları varmış, onların da yaşama hakları varmış, tabiatta her canlının var olmasının bir sebebi varmış falan. Şaşırıyorsunuz. Sanki bir akşam evvel  çığlıklar atan onlar değil de başkaları. Onlar işe sanırsınız Hayvanseverler Derneğinin Onursal Başkanları. “Fesüphanallah” deyip bahçede kahvaltı hazırlamaya başlıyorsunuz. Ancak, kısa zamanda ve acı tecrübeler yaşayarak öğreneceksiniz ki  mahlukat sizin bahçede şöyle afiyetle iki lokma yemenize izin vermez. Daha masaya bal veya reçel, hatta çayınıza atacağınız şekerin kavanozunu koyarken saldırı başlıyor. Önce eşek arılarının dalga dalga gelen hücumlarına maruz kalıyorsunuz (Gazete dilinde ayıp kaçıyorsa eşek değil merkep arıları da diyebilirim). Ardından merkepoğlumrkep arı filoları geliyor. “Keşke arıcıların giydiği kıyafetlerden de alsaydım” diye hayıflanırken  hücum sırasını bal arıları alıyor.Ömür boyu bir daha bahçede kahvaltı etmemeye  and içiyorsunuz: “Eyy yazlıkçı halkı. kahvaltı masanız arılar tarafından  işgal edilmiş, müstevliler bal ve reçel kavanozlarınıza girmiş, sizi muhterem validenizden doğduğunuza pişman etmiş olabilir..Bu durumda dahi birinci göreviniz derhal masayı toplayıp içeri kaçmaktır. Muhtaç olduğunuz kuvvet…… Karınıza “öğlene ne yemek var ?” diye  sormak gafletinde bulununca  “Ayy, ben buraya yemek pişirmeye mi geldim ?” karşı sorusuyla afallıyorsunuz . İçeriden kızınız bağırıyor “Benimki ekstra peynirli Dört Mevsim” olsun. Anlaşıldı öğlene pizza var. Telefonu  açıp ısmarlarken fiyatını da soruyorsunuz. Cevabı duyunca 8 yıldır bir türlü değiştirme imkanı bulamadığınız cep telefonunuz elinizden düşüyor. Sabah kahvaltısı tecrübesinden akıllanmadığınız için masayı yine bahçeye kuruyorsunuz. pizzalar geliyor, yanında 2 litrelik kola şişesi (Kahretsin kapağı yine boş).Daha ilk lokmayı ağzınıza atamadan havada B 12 Bombardıman uçakları at sinekleri beliriyor. İkinci dalga Spitfire kara sinekler. Onları üçüncü dalga Messerschmidt mini sinekler izliyor. En kötüsü de bunlar; hem ısırıyor, hem de itseniz bile gitmiyorlar. Akşamüstü kapınızın önünden geçen balıkçının sesini duyan karınız hemen dışarı fırlıyor. Siz de arkasından seğirtirken mezuranızın nerede olduğunu soruyorsunuz. Karınız” N’oldu, balıklatın boyunu mu ölçeceksin” diye sorunca “Hayır balıkların değil girecek kazığın boyunu ölçeceğim” diyorsunuz. Karınızın yanıtı tek kelime “Münasebetsiz”. Kaybedeceğinizi bildiğiniz nafile bir münakaşadan sonra balığı pişirmek görevi size kalıyor “Hani her canlının yaşama hakkı vardı ?, Balığın yok muydu ?” diye düşünmeniz bile abes, davayı baştan kaybetmişsiniz bir kere. Balık pişti, salatayı da hazırladınız….Ama sizde 3 kuruşluk aklı yok. Hala tecrübeden ders almıyorsunuz. Hiç mahlûkat ve hayvanat size bahçede yemek yeme fırsatı verir mi ? Haydaa sivri sinekler, daha da sivri sinekler, en sivri sinekler, hepsi yeni bileyledikleri iğneleri ile hava saldırısına başlıyorlar. Onları adını bir türlü öğrenemediğim uzun bacaklı, uzun kanatlı helikopter böcekleri izliyor. Sonra da yusufçuklar. Gözleriniz havada İHA’ları, SİHA’ları da arıyor, gelmeyen bir onlar kalmıştı. Havaya bakarken bu kez yerden saldırıya uğruyorsunuz. Mahallenin tüm kedileri kendilerini size davet etmişler. Onları kovalayayım derken havadan bir saldırı daha. Bu seferki büyük, kocaman bir şey , tabağınızdaki balığı kapıp kaçıyor. Kaz büyüklüğünde, beyaz renkli bu utanmaz bir de üç beş metre ilerinize konup ikinci saldırı hazırlığına geçmez mi ? Öttüğü zaman onun bir martı olduğunu anlıyorsunuz. Eh biz onun denizdeki balıklarını yiyip bitirirken o da bizim evde yediğimiz balıklardan nasibini almaya gelmiş. Kalkıp kovalıyorsunuz. Öyle bet bir ses çıkarıyor ki onun yanında sizin sesiniz, Sezen Cumhur Önal’ın dediği gibi “Çikolata renkli şarkıcı Nat King Cole’un kadife sesi” gibi kalır. Sonunda martıyı kaçırıyorsunuz. Masaya döndüğünüzde tabağınızda kalan balık  parçalarını da kedileri hallettiğini görüp çıldırıyorsunuz.  Karınız kolonya ile şakaklarınızı, bileklerinizi ovuyor, kızınız elindeki moda mecmuası ile sizi yelpazeliyor. İkisi birden “Ay ne var kı bunda. relaks, relaks, buraya tatil yapmaya geldik, ne bu sinir” diyorlar. Bir an için kadın cinayetlerinde Nasrettin Hocanın dediği gibi “hırsızın hiç mi suçu yok” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Devamı bir sonraki yazımda.             --  
Ekleme Tarihi: 29 Temmuz 2023 - Cumartesi

Mahlukat ve Hayvanat ül Bodrum

Ben, büyükbaş, küçükbaş değil de minik baş hayvanların, daha doğrusu sinek, böcek, yılan, çiyan ve benzeri , ne  faydası olduğunu bir türlü anlayamadığım mahlukatın tıpkı insanlar gibi yaz aylarında tatile çıktıklarına, sayfiye yerlerine gittiklerine inanmaya başladım.

Kışın ortalıklarda görülmeyen bu mahlukat yaz geldi mi bizden önce yazlıklarımıza gidip yerleşiyor, bizleri bezdirip kaçırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ne kadar mücadele etseniz nafile, savaşı her zaman onlar kazanıyor ve “dağdan gelmiş, bağdakini” kovuyor sözünü haklı çıkarıyor.

Bakın nasıl;

Dişinizden tırnağınızdan arttırdığınız parayla , toparlanıp yaz tatiline gidiyorsunuz. Amacınız ağız tadıyla bir tatil yaşamak. Diyelim ki, vakti zamanında almış olduğunuz bir yazlığınız var. “Vakti zamanında “ diyorum zira  şimdilerde yazlık almak için yerli ama artık milli olmayan piyangonun büyük ikramiyesini kazanmış olmanız gerekiyor.

“Bakalım bu yıl binada hangi tamirat, ne kadar masraf karşıma çıkacak” diye düşünürken anahtarınızla yazlığınızın kapısını açıp içeri gir……..emiyorsunuz. Sizden önce yazlığa çıkıp evinizi işgaleden örümcekler girişinize mani oluyor. 

“Dakka bir, gol bir” durumu yani.

Bavulları bir yana bırakıp örümcek ordusuna karşı bilmem kaçıncı Harb i umumiye başlıyorsunuz. Uzun uğraşlardan sonra örümcek ağlarını yarıp içeri giriyorsunuz….Sakın savaşı kazandığınızı sanmayın ; örümcek kıtaları sadece taktiksel ricatta. Gizlendikleri yerden çıkıp yeniden saldırıya geçmek için fırsat kollamakta.

Sanki hiç geri dönmeyecekmişiniz gibi tıka basa doldurduğunuz bavullarınızı, kalp krizi geçirmeden yatak odasına taşıyıp biraz soluklanmak için kendinizi yatağın üzerine bırakıyorsunuz.. Daha sırtınız yatağa demeden mutfaktan bir çığlık geliyor. Eşinizin çığlığı.

Fırlayıp mutfağa yöneliyorsunuz.Eşiniz mutfak taburesinin üstüne çıkmış eliyle yerleri gösteriyor. Bakıyorsunuz. Bir sürü T 34 tankı misali yaratık kol düzeniyle üstünüze doğru ilerliyor. Karafatmalar, hamam böcekleri, kakalaklar. La cucarachalar yani.Hepsi hormonlu, en küçüğü nah bu kadar. Eşiniz “ben bu evde kalmam” diye yırtınıyor, taburenin üstünde tepiniyor. Komşuların duyup polis çağıracağından korkuyorsunuz.

Eşinizi sakinleştirmeye çalışırken bu defa banyodan kızınızın (torununuzun) feryadı camları titreştiriyor; “yetişiiin”.

Bir hamle ile banyoya varıyorsunuz. Kızınız (torununuz) klozetin üstüne çıkmış, elindeki  saç fırçası ile silahlanmış biçimde banyonun su giderine bakıp çığlıklar atıyor.. Bakıyorsunuz, Walt Disney’inki kadar  olmasa bile yine  de sevimli minik bir fare korkudan büzülmüş duruyor.

Bir taraftan T 34 tankları gibi hücuma geçen karafatmalar, öte yandan miki fare…iki cepheli bir savaş durumundasınız. Meseleyle ertesi sabah uğraşmak niyetiyle yatak odasına çekiliyorsunuz. Yarın ilaçlar, zehirler gibi kimyasal silahlar satın alıp savaşa devam edeceksiniz. Ama şimdi “sathı müdafaa değil hattı müdafaa” zamanı. Yatak odasına çekilip geceyi geçirmek üzere kapıyı kapatıyorsunuz. Öfff, amma sıcak.. Klima ?. Salonda kaldığını farkediyorsunuz. Pencereyi açmak gafletinde bulunmanızla beraber kendilerine özgü “Tora, tora, tora” sesleriyle  sivrisinek kamikazelerinin saldırısına uğruyorsunuz. Eşiniz “hemen geri dönelim” diyor, kızınız “keşke gelmeseydik diyor. Snki bu mahlûkat istilasının sorumlusu sizmişsiniz gibi sizi suçluyorlar. Hemen çıkıp kaçmak, evi terketmek istiyorsunuz ama eşinizin elendiğinizin ertesi günü ilk ve son kez size yaptığı kahve hatırınıza geliyor, “daha 40 yılın dolmasına vakit var” diye düşünüp dişinizi sıkmaya karar veriyorsunuz.

O kadar yorgunsunuz ki, gece boyunca  ortaya çıkan sesleri duymayıp pestil gibi uyuyorsunuz. Taa ki……

…………..Taa ki,  gün doğarken Cırcır Böcekleri Senfoni Orkestrasının  sabah konseri başlayana değin.

Aman yarabbi o ne asap bozucu, ne tekdüze bir müzik. Ravel’in Bolero’sundan bile daha monoton, daha sıkıcı . Yorulmuyorlar, devamlı çalıp duruyorlar. Elinizde atom bombası olsa tereddütsüz kullanacaksınız.

Kalkıp erkenden çarşıya gidiyorsunuz. Eczalar, zehirler, tabletler, kapanlar, kovucular, spreyler velhasıl bu mahlukata karşı icad edilmiş her silahı  alıyorsunuz. Faturası…..asgari ücretin artmış hali kadar tutuyor.

Eve döndüğünüzde karınız bir yandan, kızınız diğer yandan size hücum ediyor. Ben hayvan düşmanıymışım, o mahlukatın da canları varmış, onların da yaşama hakları varmış, tabiatta her canlının var olmasının bir sebebi varmış falan. Şaşırıyorsunuz. Sanki bir akşam evvel  çığlıklar atan onlar değil de başkaları. Onlar işe sanırsınız Hayvanseverler Derneğinin Onursal Başkanları.

“Fesüphanallah” deyip bahçede kahvaltı hazırlamaya başlıyorsunuz. Ancak, kısa zamanda ve acı tecrübeler yaşayarak öğreneceksiniz ki  mahlukat sizin bahçede şöyle afiyetle iki lokma yemenize izin vermez.

Daha masaya bal veya reçel, hatta çayınıza atacağınız şekerin kavanozunu koyarken saldırı başlıyor.

Önce eşek arılarının dalga dalga gelen hücumlarına maruz kalıyorsunuz (Gazete dilinde ayıp kaçıyorsa eşek değil merkep arıları da diyebilirim). Ardından merkepoğlumrkep arı filoları geliyor.

“Keşke arıcıların giydiği kıyafetlerden de alsaydım” diye hayıflanırken  hücum sırasını bal arıları alıyor.Ömür boyu bir daha bahçede kahvaltı etmemeye  and içiyorsunuz: “Eyy yazlıkçı halkı. kahvaltı masanız arılar tarafından  işgal edilmiş, müstevliler bal ve reçel kavanozlarınıza girmiş, sizi muhterem validenizden doğduğunuza pişman etmiş olabilir..Bu durumda dahi birinci göreviniz derhal masayı toplayıp içeri kaçmaktır. Muhtaç olduğunuz kuvvet……

Karınıza “öğlene ne yemek var ?” diye  sormak gafletinde bulununca  “Ayy, ben buraya yemek pişirmeye mi geldim ?” karşı sorusuyla afallıyorsunuz . İçeriden kızınız bağırıyor “Benimki ekstra peynirli Dört Mevsim” olsun. Anlaşıldı öğlene pizza var. Telefonu  açıp ısmarlarken fiyatını da soruyorsunuz. Cevabı duyunca 8 yıldır bir türlü değiştirme imkanı bulamadığınız cep telefonunuz elinizden düşüyor.

Sabah kahvaltısı tecrübesinden akıllanmadığınız için masayı yine bahçeye kuruyorsunuz. pizzalar geliyor, yanında 2 litrelik kola şişesi (Kahretsin kapağı yine boş).Daha ilk lokmayı ağzınıza atamadan havada B 12 Bombardıman uçakları at sinekleri beliriyor. İkinci dalga Spitfire kara sinekler. Onları üçüncü dalga Messerschmidt mini sinekler izliyor. En kötüsü de bunlar; hem ısırıyor, hem de itseniz bile gitmiyorlar.

Akşamüstü kapınızın önünden geçen balıkçının sesini duyan karınız hemen dışarı fırlıyor. Siz de arkasından seğirtirken mezuranızın nerede olduğunu soruyorsunuz. Karınız” N’oldu, balıklatın boyunu mu ölçeceksin” diye sorunca “Hayır balıkların değil girecek kazığın boyunu ölçeceğim” diyorsunuz. Karınızın yanıtı tek kelime “Münasebetsiz”.

Kaybedeceğinizi bildiğiniz nafile bir münakaşadan sonra balığı pişirmek görevi size kalıyor “Hani her canlının yaşama hakkı vardı ?, Balığın yok muydu ?” diye düşünmeniz bile abes, davayı baştan kaybetmişsiniz bir kere.

Balık pişti, salatayı da hazırladınız….Ama sizde 3 kuruşluk aklı yok.

Hala tecrübeden ders almıyorsunuz. Hiç mahlûkat ve hayvanat size bahçede yemek yeme fırsatı verir mi ? Haydaa sivri sinekler, daha da sivri sinekler, en sivri sinekler, hepsi yeni bileyledikleri iğneleri ile hava saldırısına başlıyorlar. Onları adını bir türlü öğrenemediğim uzun bacaklı, uzun kanatlı helikopter böcekleri izliyor. Sonra da yusufçuklar. Gözleriniz havada İHA’ları, SİHA’ları da arıyor, gelmeyen bir onlar kalmıştı.

Havaya bakarken bu kez yerden saldırıya uğruyorsunuz. Mahallenin tüm kedileri kendilerini size davet etmişler.

Onları kovalayayım derken havadan bir saldırı daha. Bu seferki büyük, kocaman bir şey , tabağınızdaki balığı kapıp kaçıyor. Kaz büyüklüğünde, beyaz renkli bu utanmaz bir de üç beş metre ilerinize konup ikinci saldırı hazırlığına geçmez mi ? Öttüğü zaman onun bir martı olduğunu anlıyorsunuz. Eh biz onun denizdeki balıklarını yiyip bitirirken o da bizim evde yediğimiz balıklardan nasibini almaya gelmiş. Kalkıp kovalıyorsunuz. Öyle bet bir ses çıkarıyor ki onun yanında sizin sesiniz, Sezen Cumhur Önal’ın dediği gibi “Çikolata renkli şarkıcı Nat King Cole’un kadife sesi” gibi kalır.

Sonunda martıyı kaçırıyorsunuz. Masaya döndüğünüzde tabağınızda kalan balık  parçalarını da kedileri hallettiğini görüp çıldırıyorsunuz.  Karınız kolonya ile şakaklarınızı, bileklerinizi ovuyor, kızınız elindeki moda mecmuası ile sizi yelpazeliyor. İkisi birden “Ay ne var kı bunda. relaks, relaks, buraya tatil yapmaya geldik, ne bu sinir” diyorlar. Bir an için kadın cinayetlerinde Nasrettin Hocanın dediği gibi “hırsızın hiç mi suçu yok” diye düşünmeden edemiyorsunuz.

Devamı bir sonraki yazımda.

 

 

 

 

 

 

--

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.