Geçenlerde bir yere gitmiştim. Duraktaki ışıklı göstergede dönüş için beklediğim otobüsün gelmesine 8 dakika olduğunu gördüm.Midem eziliyordu. Durağın hemen arkasındaki, muhtemelen bir Hintliye veya Pakistanlıya ait manav/bakkala girdim. Niyetim açlığımı bastırmak için bir muz almaktı. Evet yanlış okumadınız; tek bir muz. O sırada dükkana orta yaşlı, hafif şişmanca bir adam girdi. Karga yuvası gibi karışık, sapsarı saçları olan bu adamın gönlerinin yakası hafif açılmış, kravatı gevşemiş, göbeği pantolon kemerinin üstüne doğru hafiften taşmıştı. Üstelik gömleğinin bu bölümdeki düğmesi göbeğin baskısına dayanamadığından açılmıştı. Siyah bir sırt çantasını tek sapından omuzuna asmıştı.Bakkalı selamladı, aldığı süt şişesini ve çocuklarımıza, torunlarımıza yedirmediğimiz muzır patates çipslerinden küçük bir paketi kasaya uzattı. Elini ütüsü kalmamış, boru gibi pantolonunun cebine soktu, çıkardığı bir avuç bozuk paradan borcunu ödedi ve çıkıp gitti. Arkasından baktığımda bir yandan yürüdüğünü, öte yandan da patates çipslerini gövdeye indirdiğini gördüm.
Bu adam geçtiğimiz yılın eylül ayına kadar Birleşik Krallığın Başbakanlığını yapmış olan Boris Johnson’du.
Yanında ne koruması vardı, ne de makam aracı..
……………………….
“Bekleyen derviş muradına ermiş” sözünün canlı misali Charles, annesi Kraliçe Elisabeth’in 96 yaşında vefatından sonra nihayet Kral oldu.
Kraliyet otomobili ile bir yere giderken kendisine sadece bir tek koruma aracı refakat ediyor. Belki gizli servis başka tedbirler almıştır ama görünen manzara tek bir refakatçi araç. Adamcağız kral olmuş ama bir yere giderken 80-100 araçlık konvoyu yok, koruma ordusu yok, ambulanslar yok, jammer minibüsleri yok, havadan, sudan koruması yok. Gel de acıma.
………………………
Bunca yıldır Londra’yı bilirim parklarda veya herhangi bir yerde, resmi törenler haricinde üniformalı tek bir asker, subay görmedim. Üstelik Londra’nın tam göbeğinde bir kaç kışlaları olduğu halde. Yahu kardeşim siz sokağa çıkarken üniformanız eskimesin diye mi giymiyorsunuz? Siz elinizde tüfek ile askerlik hatırası çektirmek için de mi üniformanızla sokağa çıkmazsınız? O üniformalarınız mostralık mı? “Ordu-millet el ele” lafının sizde bir karşılığı yok mu ?
Yoksa bu durumun, bizim yerli ve milli kafacıklarımızın kavrayamadığı başka nedenleri mi var?
……………………..
Poliste durum sanki çok mu farklı. Onlar da etrafta pek görünmüyorlar üniformalarıyla. Belki sivil elbiseleriye aramızda dolaşıyorlardır da biz fark edemiyoruz.
Eskiden yollarda, meydanlarda falan hemen hiç göremezdik üniformalı polisleri. Gördüklerimiz de silah taşımazlardı. Kadın polisler sadece ofis görevi yapar sokağa pek çıkmazlardı.
Devir değişti tabii. Artık İngiliz polisleri de, her yerde olmasa bile kalabalık istasyonlarda, alışveriş bölgelerinde, suç oranının yüksek olduğu kentin dış mahallelerinde görünür hale geldiler. Üstelik sadece son model silahlar değil her türlü teknik malzemeyi, gereçleri de üzerlerinde taşıyorlar. İkişer ikişer devriye gezen timlerde kadın polisler de yer alıyor. Eee, terörizm, toplumsal olaylar, soygunlar artınca İngiliz polisleri bu olayların çıkması olası bölgelerde boy göstermeye başladılar.
Yine de görünülürlükleri çok kısıtlı ve gözü rahatsız etmiyor. Öyle zırt pırt karşınıza çıkmıyorlar. Belki sivil olarak etrafımızda bir yerdeler, zira bir olay olduğunda bir kaç dakika geçmeden polis yetişiyor, müdahale ediyor.
…………………….
Sir Robert Peel 1800’lerin başlarında Londra Polis Teşkilatını (London Metropolitan Police) teşkilatını kurunca halk orada çalışan polislere “Peelers” lakabını takmıştı. Yani “Peel’in adamları”.
Londra polisine halkın verdiği bir diğer isim de “Bobby” dir. Bu kelime Teşkilatın kurucusunun ön adı olan Robert’in kısaltılmış şeklidir : “Bob” veya “Bobby” şeklinde.
Ve nihayet Londra polisine takılan bir üçüncü lakap ise “Copper”dir. Kelime, Cockney adı verilen, Londra’nın doğu kesiminde oturan, eğitimi genellikle düşük, işçi kesiminin kendine özgü bir telaffuzla kullandığı argo lehçesindendir. Başı sık sık emniyet makamlarıyla derde giren Cockney’ler aralarında, semte yabancı kişilerin ve özellikle polisin anlamaması için bu konuşma türünü geliştirmişlerdir.
Cockney argosunda bir kelime yerin konuyla alakası olmayan ama birbiriyle kafiyeli iki ayrı sözcük kullanılır. Bu çerçevede polis yerine “Bottle and stopper = copper”. buradaki “bottle - şişe” ve “stopper- durdurucu” , yani “hapishanede olduğu gibi, içine konulan şeylerin dışa çıkmasına izin vermemesi özelliğinden hareketle “polis” benzetmesi yapılmıştır.
Cockney lehçesini, kulağı alışkın olmayan ve kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeyen değme İngilizce konuşanların, bilenlerin, hatta İngilizlerin dahi anlaması zordur.
Şimdi ismini hatırlayamadığım bir tiyatro veya film sanatçısına İngilizceyi en iyi konuşan aktörün kim olduğunu sormuşlar. Adam “Michael Caine” cevabını vermiş. “Aman üstad” demişler “O zaten İngiliz, biz lisanı sonradan öğrenenleri sorduk”. Üstad tereddüt etmeden yanıtlamış “O Cockney’dir. İngilizceyi sonradan öğrendi”.
Polis yerine halkın kullandığı “copper” sözcüğü Amerika’da da çok yaygındır. Kelimenin kökeninin ne olduğunu bilmeyen Amerikalılar, her şeye yaptıkları gibi bu sözcüğü de kısaltarak “cop” haline sokmuşlardır.
…………………..
Yıllar önce bazı Türk ve İngiliz arkadaşlarla o tarihlerde Londra’nın ve belki de Dünyanın en iyi kulüplerinden / diskoteklerinden olan Anabel’e gitmiştik. Pistin karşı tarafında bir arbede çıktı. İngilizler tekme tokat, sille yumruk kavga etmezler. Bu “marifet” kafaları daha az gelişmiş ülkelerin inhisarındadır. Nitekim kavga edenlerin Ortadoğu ülkelerinden olduğu anlaşıldı. Sebebini mi soruyorsunuz? Ne olacak, tabii ki bizim o taraflarda pek sık rastlanan “karı-kız” meselesi.
İki taraf birbirine girmiş, masalar, iskemleler havada uçuşuyor, ortalık toz duman, bir karmaşa ki seyrine doyum olmaz.
Kulüpteki İngilizler hemen sıvışmaya kalktılar. Bizim masadakiler de.Biz İstanbul’da yetiştik, bu gibi kavgaları görmüşlüğümüz var. Ayağa kalktığınızda kavgacı her iki taraf da sizi tanımadığı için karşı taraftan zanneder ve yumruğu, kafayı, tekmeyi yer, Niyazi’nin gittiği yere gidersiniz. Herkesi tekrar yerlerine oturttum televizyonda maç izler gibi kavgayı seyrediyoruz.
Kavgacılardan ikisi birbirlerinin boğazına sarılmış alt alta üst üste dans pistinde yuvarlanıyorlar.
Derken içeri bir “Bobby” girdi. Bıyığı henüz terlemiş tıfılın teki (Tıfıl arapça kökenli bir kelime olup “çocuk” anlamındadır. Çoğulu “etfal”dir. 2.Abdülhamid’in açtığı Şişli Etfal Hastahanesinin adında olduğu gibi).
Bobby, kollarını arkasında kavuşturmuş bir halde pistin kenarına geldi ve mutad polis selamıyla üç kez”hello, hello, hello” dedi. Kavgacılar durmuş, ağızları açık halde tıfıla bakıyorlar. Polis devam etti “Good evening Gentlemen, may I help you ?” (İyi akşamlar Gentilmenler. Size yardımcı olabilir miyim ?).. İngiltere’de sinek olsa kavgacıların ağızlarına kaçacak. Kavgacıların durduğunu gören genç polis “Please follow me ,Sir “ (Lütfen beni takip edin Efendim) diyerek arkasını döndü ve yine kolları arkasında çıkış kapısına doğru yürümeye başladı.
Kavgacılar kalkıp süklüm püklüm Bobby’nin peşinden gittiler.Tıfılın belinde silahı, elinde copu, göz yaşartıcı bombası, ağzında narası, küfürü, tekmesi tokadı yoktu.
Ama arkasında devletin otoritesi, kadife eldiven içindeki gücü ve herşeyden ötesi saygınlığı vardı.
………………………….
İngilizlerin bir sözü vardır “Ne zaman Bobby’ler gözünüze çok genç görünmeye başlarlarsa anlayın ki siz yaşlanıyorsunuz”
………………………..
Birleşik Krallıkta , polis gücü de dahil, uzun yıllar silah taşımak yasak olduğundan cinayetler, soygunlar velhasıl her türlü cürüm tabancayla , tüfekle değil kafayı, zekayı kullanarak yapılan ince planlarla gerçekleştirilmiştir. Bunların çözülmesi, önlenmesi de yine tabancasını, yumruklarını değil kafasını kullanan dedektifler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu bakımdan en iyi dedektif romanlarının İngilizler tarafından yazılmış olması şaşırtıcı değildir. Sir Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’u (ki romanlarında Baker Street 221-A adresinde olduğu söylenen , şimdilerde turistler için çakma müze haline getirilen sözde evi, benim oturduğum binaya 500 metre mesafededir) Dame Agatha Cbhirstie’nin Hercule Poirot’u, Miss Marple’ı beyinlerini kullanarak cürüm işleyen suçluları kaba kuvvetle, silahla, işkence ile falan değil kafataslarının içindeki gri hücrelerle çözerler.
………………………
Bugünlük bu kadar. İleride vakit bulabildiğimde İngiliz Ordusu hakkında da bir şeyler yazacağım.