İşten yeni çıkmış, eve gitmek için durakta bekliyorum. Gelen ilk otobüse bindim boş bulduğum ilk koltuğa yığıldım. On iki saate yakın çalışmış çok yorulmuştum. Uyumamak için göz kapaklarıma engel olamıyordum.
Uyuya kalırsam, yine ineceğim durağı kaçırabilirdim. Bu talihsizliği birkaç kez yaşamıştım ve bir daha bu tatsızlığı yaşamak istemiyordum.
Bir yandansa ön koltukta çok hararetli ilginç bir konuşma yaşanıyordu. İki kadın sohbet ediyordu. Arka koltukta olduğumdan yüzlerini tam göremiyor, sadece konuşulanları işitiyordum. Tahminime göre birisi genç, diğeri orta yaşlardaydı.
Genç olan ülke dışında master yapıyormuş. Daha yaşlı olanı Türkiye’de bir üniversitesinde öğretim görevlisi olduğunu söylüyordu. Konuşulanları duyuyor, lakin uykunun ağırlığından net anlayamıyordum.
Bir an duyduklarıma çok şaşırdım. "bu ülkede insan gibi yaşamak için çok paranız olacak" dedi genç kadın. Öngörüsünü destekleyen verileri bir bir sıralamaya da başladığında, üzüldüm ve kasıldım. Artık konuştuklarını duymak istemiyordum. Bu nasıl bir tez tezdi, nasıl bir bakış açısıydı?
İnsan olmayı, çok paranın olmasına bağlayan bir tezi daha önce hiç bu denli net duymamıştım. Kızgın, sinirli, kırgın bir halde düşüncelere daldım. Öğretim görevlisi hanımın bu teze, karşı tezle iyi bir cevap vereceğini umarak.
Gözlerim kapanıyor, bir türlü toparlayamıyordum. Son bir umutla tekrar konuşmalara kulak kabartmak durumunda kaldım. Vay anasına! Tam tersi oldu. Orta yaşlı hanım da, bu tezi destekler cümleler kurmaya başlamıştı.
Duyduğum bu konuşmalardan sonra, kendimi mağlup olmuş bir ordunun komutanı gibi hissettim.
Bir cümlenin beni bu kadar üzmesine çok şaşırmıştım. Acaba haklı olabilirler mi diye içimden geçirmedim de değil. Onların gözünden baktım hayata/hayatıma…
Aklıma babam geldi. Öyle çok parası olmamıştı rahmetlinin.
Kadınların savundukları tezlere göre insan gibi yaşamamıştı. Yüreğim burkuldu, dondum kaldım öylece.
Peki, insanca yaşamak için çok paranın ölçüsü neydi? İşte bunun net bir cevabı yoktu. Yıllar önce bir kuzenimin küçük kızı “Banu” sormuştu… Hamdi amca “sen zengin misin? Babam zengin mi?" diye sormuştu. Dilim döndüğünce de anlatmıştım kendisine. Evet, baban da ben de çok zenginiz Banu demiştim.
Ardından kaç paranız var öyleyse?
Yeterince dedim. Yani ne kadar? Diye ısrarla net cevap istiyordu. Nedeni "yeterince" afâki bir kavramdı ve kafası karışmıştı.
Mesela en çok neyin olmasını istersin? Ya da neye ihtiyacın var? Diye sordum.
Adlarını bilmediğim bir sürü çocuk gereçleri ismi söyledi.
Babanın bu istediklerini alacak parası var dediğimde, oooo zenginmişiz yani, dedi. Sorularının cevabını almış rahatlamıştı. Bak gördün mü, senin istediğin bir şeyi veya ihtiyacın olan bir şeyi alabilecek kadar zenginiz.
Daha sonra dedim ki;
Ama bu kadar para, bir başkası için çok az, bir başkası için ise çok fazla olabilir.
Zengin olmak; çok paranın olması demek değilmiş aslında. Zengin olmak; az şeye ihtiyaç duymaktır. Ne kadar az şeye ihtiyacın varsa, o kadar zenginsindir. Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsan, bir o kadar fakirsindir.
Dolaysıyla Banu’nun kafası yine karışmıştı.
Bak sana değerli bir öğretmenimin anlattığı, yaşanmış bir “hikaye” anlatayım sana Banu. Zamanın birinde çok meşhur bir ressam sergi açar. Sergiye sadece o civarın sanat tutkunu zenginleri değil, tüm ülkelerden zengin insanlar davet eder. Sergi muhteşem bir açılışla konuklarını ağırlar.
Ressamın tabloları haliyle çok paraya satışa sunulur. O sırada yedi sekiz yaşlarında bir çocuk, ressamın en pahalı tablosunun önünde saatlerce tabloyu seyreder ve nihayet ressama yaklaşır.
Ben şu tabloyu satın almak istiyorum der. Ressam bir tabloya bakar, bir çocuğa;
değeri milyon dolarlarla ölçülen, serginin en pahalı tablolarından biridir.
Çocuk ressamın cevabını beklemez, elindeki kumbarayı açıp masanın üzerine döker paraları. Kumbaradan yetmiş dokuz dolar on beş sent çıkar.
Derki çocuk:
“Çok uzun zamandır harçlığımdan biriktirdiğim tüm paramı Tablonuza veriyorum. Onu bana satar mısınız?”
Olayı gören serginin müdürü canhıraş bir şekilde soluk soluğa ressamın yanına gelir.
Ressam, bir sergi müdürüne bakar bir tabloya. Bir de masanın üzerinde duran bozuk paraya.
Çocuğun başını okşar, tüm paran bu kadar mı diye, sorar?
Evet der çocuk, bütün paramı bu. Ama ben bu tabloyu çok istiyorum.
Tamam der, Ressam.
Bu paraya sana tabloyu satıyorum, bu tablo senindir artık der.
Çocuk sevinçten koşarak tablonun önüne gidip tekrar tabloyu seyretmeye başlar. Müdür atlar hemen. Aman efendim ne yapıyorsunuz?
O tablo bir servet ederdi, siz üç kuruşa sattınız tabloyu batıracakmısınız bizi, diye isyan eder?
Hayır der Ressam.
Ben bir servete sattım bu tabloyu. Buradaki herkes bu tabloya milyon dolar verebilir doğrudur.
Peki, hangisi servetini verir bu tabloya? Hiçbirisi.
Ama bu çocuk bu tabloya servetini verdi. Ben aslında bu tabloyu bir servete sattım.
İşte “hikaye bu Banu’cuğum”
Şimdi ne demek istediğimi anladın mı? Birisi için bahşiş niteliğindeki bir miktar para, bir diğeri için servet niteliğinde olabilir.
Şimdi söylediklerim anlamasan bile, ileride büyüdüğünde herşey yerli yerine oturacaktır merak etme…