Benim ailem Rumelli (yoksa “Rumelili” mi demeliydim?) Hem anne tarafından, hem baba tarafından. Babamın ailesi, rakı parası bulamayanların türkü düzdüğü Vardar Ovası’nın batısındaki Köprülü’den, annemin ailesi ise Ovanın doğu tarafındaki Yenice’den. (Yenice tütün yetiştirilen bir şehir. Hani eskiden yassı karton kutular içinde satılan yassı Yenice Sigarası vardı ya, işte o sigara adını Yenice şehrinden almıştır).
İki şehri, Vardar Ovasının da ortasından geçen ve Ovaya ismini veren Vardar Nehri bağlar. Köprülü kasabası da adını bu nehir üzerindeki köprüden alır. Köprülü, Osmanlı Devletinin kuruluşundan sadece 72 yıl sonra, 1371’de fethedilmiş ve yaklaşık 550 yıl bizim toprağımız olarak kalmıştır. Bugün Makedonya sınırları içindedir ve içinden akarsu geçen tüm Makedon şehirlerinde olduğu gibi nehrin bir tarafında Müslümanlar, öte yanında ise Hristiyanlar yaşar.
Müslüman dediğimizde akla sadece Türk gelmemeli ve Arnavutlar da unutulmamalıdır. Osmanlıdan koptuktan sonra Köprülü’nün adı Veles olarak değiştirilmiştir. Yugoslavya döneminde adının başına ülke liderinin ismi de eklenerek Titoveles denilmiştir. Tito’nun gitmesinden sonra tekrar Veles ismine dönülmüştür (anne tarafımın şehri olan Yenice ise bugün Yunanistan sınırları içindedir ve Yunanlılar adını Janitsa olarak yazar ve telaffuz ederler)
Köprülü’nün nüfusu 5 bin kadardır. Vardar nehrinin Müslüman tarafında yaşayanların sayısı çok azalmıştır ve olsa olsa 300 kişi civarındadır. Ben ziyaret ettiğimde Türk asıllıları bulmaya çalıştım. Hemen hepsi göç etmişler. Sadece bir aile kalmış. Kapılarını çaldımsa da açan olmadı. Ama tarihimizdeki yerini bir başka özelliği ile almıştır. Köprülü Ailesi. Bu küçücük Sancak'tan Osmanlı İmparatorluğuna, hepsi adil, namuslu, hırsızlık- rüşvet-irtikap- nepotizm yapmayan, iyi idareciler olan tam yedi Sadrazam çıkmıştır. Altısı aynı aileden, biri damat olarak.
Arnavutluk’ta görev yaparken Cumhurbaşkanı Sali Berisha, latife kabilinden bana “sen Köprülü’den çıkan sekizinci Sadrazamsın” derdi. Tabii ki o sadrazamların sol şakşağı bile olamazdım ama, burada itiraf etmeliyim ki, bu latife/iltifat karışımı ifade için hoşuma giderdi.
Balkan Savaşı Sırasında hem babamın, hem de annemin aileleri kaçarak İstanbul’a göç etmişler. Yaşadıkları yerden ayrılarak bir başka yere gitmek zorunda kalanlara bugün göçmen, mülteci, yerlerinden edilmiş kişiler, hatta sığınmacı gibi adlar veriliyorsa da Balkan Savaşından kaçanlara, kökü hicret etmek kelimesinden gelen “ muhacir” denilirdi. Halk ağzında bu kelime “maacir” şeklinde telaffuz edilirdi.
.......................
Dış görevden dönmüş Ankara’da Dışişleri Bakanlığında çalışıyordum. Resmi bir işi görüşmek için sekreterimden Ankara’daki Makedonya Büyükelçisini davet etmesini istedim. Sekreter bir süre sonra odama gelerek Büyükelçinin Ankara dışında olduğunu, o dönene kadar Maslahatgüzarlık görevini üstlenen Büyükelçilik Müsteşarını görmeyi kabul edip etmeyeceğimi sordu. Müsteşar beyi tanırdım. Benden daha yaşlı, kibar, bilgili, deneyimli, Türk asıllı bir Makedon diplomatıydı. Sekreterime Maslahatgüzar Bey ile memnuniyetle görüşeceğimi söyledim. Ara not: Maslahatgüzar, Büyükelçi olmadığı zamanlar işleri onun adına, geçici olarak yürüten kişiye verilen unvandır. Yeni Türkçesi “İşgüder” dir, lakin bu isim pek tutmamıştır. Diplomatik jargonda kullanılan kelime ise Chargé d Affaires’dir. Dilimizde bir de Kaymakam kelimesi vardır, hepimizin bildiği ve kullandığı. Bu kelimenin ‘kaymak’la ve kadın anatomisinin bir bölümü ile yakından uzaktan ilgisi yoktur. Aslı “kaim i makam” dır ve bir makamın yerine geçen, işleri onun namına yürüten kişi anlamını taşır. Bu durumda kaymakam, ilçelerde Valiyi temsilen, onun adına işleri yürüten kişi manasında bir unvandır.
Makedonya Maslahatgüzarı geldi. Gereken işi yerine getirdikten sonra samimiyetine güvenip büyük bir patavatsızlıkla ne zaman büyükelçi olacağını sordum. Türkçe konuşuyorduk tabii. “Aah, ah, Ahmet Bey “dedi “ bu yaşa geldim, benden çok daha gençler bile beni geçip büyükelçi oldular ama ben hiç bir zaman olamayacağım, daha doğrusu beni hiç bir zaman büyükelçi yapmayacaklar”. Şaşkınlıkla sordum “peki ama neden ? “ Acı, acı gülümsedi : “çünkü ben Türküm”..... Yıkıldım, kaldım.
Şu hale bakın. Benim ailem Balkan Savaşında korkup Köprülü’den. Yenice’den kaçıyor, onun ailesi Resne kasabasında, evini, barkının, toprağının yanında kalıyor. Kaçan ailenin diplomat oluyor, büyükelçiliğe kadar yükseliyor; kaçmayan ailenin çocuğu da diplomatlığı seçiyor ama büyükelçi olamıyor, yapılmıyor Türk olduğu için. Şöyle bir düşündüm. Onun ailesi kaçıp, benimki kaçmasaydı, belki de onun oturduğu koltukta şimdi ben oturuyor olacaktım.
Yazımın başında baba tarafımın geldiği Köprülü’de ve orada yetişen, tarihe damga vuran şahsiyetlerden bahsettim. Şimdi ise Türk olduğu için darbe yiyen bahtsız Makedon meslektaşımın kasabası olan Resne’den ve oranın yetiştirdiği “ Kahraman ı Hürriyet” Resneli Niyazi’yi anlatacağım.
Resne.. Makedonya’da şirin bir kasaba. Köprülü’den bir kaç yıl sonra Osmanlı topraklarına katılmış. Nüfusu 7-8 bin kişi ya vardır, ya yoktur. Yüzde 20 kadarı Türk. Arnavut çok az. Makedonya’da Türklerin en yüksek oranda yaşadığı yerlerden biri. Kasabanın girişinde, sağ kolda, mütevazi bir bina. Cephesinde kocaman bir tabela asılmış. Tabelada da hem Kiril hem de Latin alfabesi ile dikkat çeken bir yazı yer alıyor ; “Resne Türkleri Yardım ve Dayanışma Derneği “...
Ben Resne’ye iki kez gittim. Her iki gidişimde de Derneği ziyaret ettim. İçeri girip Türk Bayrakları ile Atatürk ve Niyazi Beyin resimleriyle, yüzü gülen ihtiyarcıklarla, gözleri parlayan gençlerle karşılaştığında insanın içinde tarifi imkansız duygular oluşuyor. Sanki uzun zamandır görmediğiniz, hasret kaldığınız bir akrabanızın evine gelmiş gibi oluyorsunuz. Sizi karşılayanlar, size sarılanlar Balkanları terk ederken geride kalsın Evlad -ı Fatiha’nın torunları. Biraz hoşbeşten sonra sizi alıp mutlaka Niyazi Beyin Sarayına götürüyorlar. Saray dedikse öyle bin bilmem kaç odalı olanlarından değil, konak irisi bir yapı işte. 20. Yüzyıl başlarında neo- kasik tarzda inşa edilmiş iki- iki buçuk katlı bir bina. Bahçesinde bir geyik heykeli dikkati çekiyor. Hemen aklınıza sünnetçi vitrini ve emzik fıkrası gelmesin, bir sebebi var tabii. Niyazi’nin Sarayı bugün etnografya müzesi ve kültür merkezi olarak kullanılıyor. İçinde, Makedonya’daki diğer bazı Türk derneklerinin de temsilcilikleri, odaları var. İyi de bu Saraya adını veren, bu yazımızın da başlığında yer alan Niyazi kim ola ki . Resneli Niyazi, Atatürk’ten bir kaç yıl evvel, 1873'te doğmuş. Manastır Askeri İdadisinde okumuş. Bu okul sizde bir çağrışım yaptı değil mi? Evet, iyi hatırladınız, burası Mustafa Kemal’in de okuduğu okul. Ben bir kez ziyaret etme fırsatını bulabildim. TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın Baş Danışmanlığını yaptığım sırada, onunla birlikte gitmiştik. Binanın bir kısmını Atatürk Müzesi haline getirmişler. Bir sürü fotoğrafı, şahsi eşyaları yanı sıra Atatürk’ün gerçek boyutta balmumu heykeli de var. Emin olun Londra’daki Madame Tussaud Müzesinde bulunan heykelden çok daha fazla benziyor.
Müzeyi gezerken karşımıza, öğretmenleri ile birlikte Müzeye gelen bir grup Türk öğrenci ile karşılaştık. Makedonyalı Türk öğrencileri ile. İlkokul öğrencileri ile. Meclis Başkanımız çocuklara Atatürk ile ilgili bir kaç soru sordu. Şakır şakır cevapladılar. Böyle bir sınavı bugün Türkiye’de yapsak nasıl sonuç alırız bilemiyorum. Meclis Başkanı, pek duygulandı ve bir armağan vermek amacıyla ne istediklerini sordu. Böyle bir soruya muhatap olsalar bizim çocuklarımızın ne cevap vereceklerini düşünmeyi sizlere bırakıyorum ama oradaki evlatlar hep bir ağızdan kitap istediler. Dayanamadım, çocuklara Türkiye’yi görüp görmediklerin sordum. Hiç biri görmemiş. Hatta öğretmenleri de. Köksal Beye döndüm “Sayın Başkan, bu çocukları Türkiye’ye davet edersiniz, değil mi? Tabii öğretmenleri ile birlikte” diye sordum.
Etti. Sadece onları değil Üsküp’ten, Resne’den, Tetova’dan, Kalkandelen’den, Ohri’den çocukları da. Belki yüzden fazla Evlad ı Fatihan torunu o yıl 23 Nisanda Türkiye’ye geldi, Ankara’yı, İstanbul’u gezdiler, Anavatanı gördüler. Geri dönecekler uçağa ayrıca binlerce kitap yüklendi. Başkan bu uygulamayı, bir sonraki yıl diğer ülkelerdeki soydaş çocuklarımız için de yapmayı planlıyordu ama Meclis Başkanlığında bir dönem daha kalamadığı için bu hayalini gerçekleştiremedi. Siyaset böyle bir şey işte, bu gayya kuyusuna girdiğiniz takdirde yarının neler getirebileceğini tahmin edemiyorsunuz. (Manastır şehrinin bugünkü adı Bitola).
Yahu yine kaptırdık gittik. Ne oldu Niyazi Bey ? Ben “geyik muhabbetine” girince “Niyazi” ettik adamcağızı galiba.. Belki bir sonraki yazımda daha az geyikleme yaparım ve sadede gelirim de hikayeyi tamamlarım.
Bakalım.. Göreceğiz...
Ahmet Niyazi, Manastır Askeri İdadisinden Mülazım ı sani rütbesi ile mezun olup Harp Okuluna gitti. Sırası gelmişken Osmanlı Ordusundaki rütbeleri de hatırlayalım. Hepsi bugünkü Ordumuzda kullanılan rütbelere tam tamına uymasa bile, Subay dostlarımızın müsamahasına sığınarak şöyle sıralayabilirim:
Mülazım ı evvel....Asteğmen
Mülazım....Teğmen
Mülazım ı Sani.....Üsteğmen
Kolağası....Yüzbaşı
Kaymakam.... Binbaşı/Yarbay
Miralay....Albay
Mirliva....Tuğgeneral
Ferik i evvel.... Tümgeneral
Ferik i sani...korgeneral
Müşir....Orgeneral
Aşağı yukarı böyle işte.
Harb Okulundan Kolağası rütbesiyle mezun oldu. Mustafa Kemal de, bir kaç yıl sonra aynı aşamalardan geçecektir. Bu arada lise tarih kitaplarında Atatürk’ün, askeri üniforma içinde ve Alman İmparatoru Wilhelm tipi bıyıkları ile çektirdiği “Kolağası Mustafa Kemal” ibareli remini mutlaka hatırlamışsınızdır. Kolağası Niyazi Resne’ye döndükten sonra bir süre Bulgar ve Yunan çetecilerle çarpıştı Bu arada Jön Türklere katıldı ve İttihat ve Terakki Cemiyetini kurucuları arasında yer aldı. Bazılarının yüceltmeye çalıştıkları 2. Abdülhamid’in istibdadına, Meclisi Mebusan-ı kapatıp Meşrutiyeti askıya almasına ve böylece ‘tek adam rejimine’ yönelmesine tepki göstererek yanındaki 250-200 fedai ile dağa çıktı. Böylece 2. Meşrutiyetin ilanına yol açan ayaklanmanın lideri oldu (1908 tarihini hepiniz hatırlarsınız herhalde)
Niyazi dağda bir geyik buldu. Onu ehlileştirdi. Yanındaki adamlarıyla nereye gitse geyiği de beraberinde götürdü. Onun dağda, tüm adamlarıyla birlikte ve önlerinde meşhur geyik otururken poz verip çektirdikleri meşhur fotoğrafı mutlaka aranızdan görenler vardır. İşte o Resne’deki Niyazi Sarayının bahçesindeki heykel o geyiğin heykelidir.
Meşrutiyetin ilanından sonra Niyazi, geyiği ile birlikte Payitaht'a yan, İstanbul'a gitti. Büyük sevgi ile karşılandı. Kendisi Kahraman ı hürriyet, geyiği ise “ Gazal ı hürriyet” ilan edildi. Geyik Gülhane Parkında halka günlerce teşhir edildi. Saraydan bile “Gazal ı Hürriyet’i görmeye gelenler oldu. İstanbul halkı günlerce bu geyiğin muhabbetini yaptı...... Neymiş, İstanbul halkı ne yapmış? “Geyik muhabbeti” yapmış. Şimdi bulduk bu deyimin nereden geldiğini. Ama bir deyim daha var ki, eğer şimdiye kadar keşfetmedinizse az sonra göreceğiz.
Niyazi’nin halk tarafından bu kadar sevilmesi, rağbet, itibar, saygı görmesi, 2. Meşrutiyetin ilanı ile idareyi eline geçiren, başta Enver olmak üzere tüm İttihat ve Terakkicileri huzursuz etti. Ama yanılıyorlardı. Niyazi’nin rütbe, makam ihtirası yoktu. Yapılan tüm öneriler reddedip Resne’ye döndü. Resnelilerin kendisi için yaptırdıkları ‘Saray’a yerleşerek kendisini hayır işlerine, şehrini kalkındırmaya adadı. Ne var ki Niyazi Bey rahat yüzü göremeyecekti. 2. Meşrutiyetin ilanından bir yıl sonra İttihat ve Terakkiden memnun olmayanlar, şeriat yanlıları, yobaz takımı alaylı askerlerden oluşan Avcı Taburlarını kışkırtarak isyan başlattılar (31 Mart isyanı). İsyan bastırılamayınca Balkanlar ve Edirne’deki birlikler, katılan gönüllüler ile birlikte, Mahmud Şevket Paşa komutasındaki ordu ile İstanbul’a yürüdü. Hürriyetin elden gitmekte olduğunu gören “ kahraman ı hürriyet” Niyazi beyin, Mahmud Şevket Paşanın yanında yer aldığını söylememe gerek yok herhalde. Hareket Ordusu üç günde isyanı bastırdı. Hürriyet bir kez daha kurtarılmış, Niyazi Bey bu sefer de kurtarıcılar arasında yerini almıştı. Yine teklifler geldi ama o makam peşinde değildi. Tüm önerileri elinin tersiyle itti..... Resne’ye döndü.....
Balkan Savaşı.
Osmanlı, neredeyse 6 asırdır elinde tuttuğu Rumeli topraklarından çekiliyor. On binlerce aile Bulgar, Sırp, Yunan çetecilerinden kaçmak için yollara dökülmüşler. İstanbul’a doğru kaçıyorlar. Muhacirleri yollarda sadece Balkan çetecileri değil, açlık, sefalet, hastalık da vuruyor. Binlerce, on binlerce kişi yollarda hayatını kaybediyor. Balkanlardaki ordu birliklerimiz de ricat halinde.
(Ara notu: Geri çekilmeyi reddedip direnen sadece İşkodra komutanı Hasan Rıza olmuştur. Miralay Hasan Rıza, Karadağ Ordusu tarafından kuşatılan İşkodra Kalesinde (bir çok defa ziyaret etmişimdir) direnmiş ve İşkodra’yı teslim etmemiştir. Bu kahramanlığı nedeniyle Mirlivalığa terfi ettirilmiş ancak Paşa olduğunu öğrenmesinden bir gece önce, Arnavut yardımcısı Esad Toptani’nin hazırladığı suikast sonucunda öldürülmüştür. Esad Toptani şehri hemen Karadağlılara teslim etmişse de İşkodralılar Hasan Rıza Paşayı kahraman olarak kabul etmişlerdir. Arnavutluk’taki görevimin ilk yıllarında Cumhurbaşkanı Sali Berisha Hasan Rıza Paşaya 1. Sınıf Kahramanlık Madalyası vermişti. Daha sonra İşkodra’nın en mutena meydanlarından birinde, özellikle Askeri Ataşemizin büyük çabaları sonucunda kahraman Paşamız için bir anıt açtık.)
Ahmed Niyazi Bey de İstanbul’a deniz yolu ile dönmek amacıyla, beraberinde İttihat ve Terakki tarafından, Enver Paşanın emriyle kendisine verilen koruması ile birlikte, Arnavutluk’taki Avalonya Liman şehrine gitti. Bugün Vlora adı ile anılan Arnavutluğun Adriyatik sahilindeki bu şehirle ilgili anılarımı, Niyazi Bey hakkındaki yazı dizisinin bu son bölümünden sonra kaleme alacağım (ne kaleme alması yahu: tuşlayacağım demek daha doğru olurdu) ek yazı ile anlatmayı düşünüyorum. Çoğunuz sıkılıp okumayabilirsiniz ama aranızdaki denizcilerin ilgi duyacaklarını sanıyorum.
Niyazi Bey iskelede kendisini İstanbul’a götürecek gemiyi beklerken Resne’den ayrılmadan önce dağa götürüp serbest bıraktığı geyiğini düşünüyor olmalıydı. Nerede kalmıştı bu kör olası gemi. İskelenin ucuna doğru yürüdü. Elini gözlerine siper edip ufukları taradı... Kulağına birden bir silah sesi geldi. Ardından iki el silah sesi daha. Sesin geldiği yöne görmek için arkasına dönmeye çalıştı... Dönemedi... Üç kurşunla sırtından vurulmuştu... Son anlatını yaşarken mavi gözleri ufuklarda hala görünmeyen gemiyi arıyordu... Yıllar boyu hayatı çeşitli mücadelelerin, çatışmaların, çarpışmaların içinde geçmiş, hepsinden sağ salim çıkmış, burnu bile kanamamıştı. Ama orada, Arnavutluk’ta, köhne bir vapur iskelesinde, sırtından vurularak “pisipisine gitmişti Niyazi”... Katili hiç bir zaman bulunamadı.. Kimileri Bulgar komitacılar yapmıştır dediler. Diğerleri tetiği çekenin koruması olduğunu ileri sürdüler. Bunların bir kısmı, aralarındaki bir özel anlaşmazlıktan ötürü korumasının Niyazi Beyi vurduğunu savunurken, bazıları ise, halk tarafından çok sevilen Paşanın İstanbul’a geldiğinde İttihat ve Terakki iktidarına risk oluşturabileceği endişesiyle, bizzat Enver Paşa’nın verdiği emir ile koruma tarafından öldürüldüğünü düşündüler.
Katilin kim olduğu açıklık kazanmadı... “Kim vurdu” ya gitmişti Niyazi...
Daha açıkçası “Ne şehittir, ne gazi ; bok yoluna gitti Niyazi “.....
Avalonya’ya gömüldü denildi...
Ama kabri hiç bir zaman bulunamadı....