(Bu Bölüme başlarken yapmam gereken bir açıklama: Sultan Abdülmecit için yazımda, son zamanlarda çoğu Türk tarihçilerinin yaptığı gibi “1. Birinci “ ayrımını kullandım. Oysa Osmanlı İmparatorluğu tahtına oturmuş ikinci bir Sultan Abdülmecit yok. Ancak, tahta çıkmasa da Hanedanın yıkılmasının ardından TBMM tarafından 1922 yılında bir süreliğine Halifelik makamına getirilen, 1.Abdülmecit’in kardeşi Sultan Abdülaziz'in oğlu Abdülmecit Efendi var. Bir küsur yıl sonra Halifelik makamının ilga edilmesinin ardından, Hanedanın diğer üyeleri gibi sınır dışı edilen Abdülmecit Efendiyi, başkalarının farklı amaçlarla 2.Abdülmecit gibi tanıtmaya çalışmalarının aksine, ben, sadece TBMM’nin kararına saygı duyduğum için amcası Sultan Abdülmecit’in adının başında “(1.Birinci” ayırımını kullandım).
………………………
Cep delik, cepken delik,
Yen delik, kaftan delik,
Don delik, mintan ddlik
Kevgir misin, be kardeşim.
Orhan Veli Kanık
……………
2.Mahmut öldüğünde Osmanlı tahtına geçen oğlu Abdülmecid 15-16 yaşlarındaydı
Urfalı meşhur şarkıcımızın dediği gibi “Bizde Oxford mu vardı ki” genç Sultan ne devlet yönetimi ne de uluslararası ilişkiler okumuş olsun. Üstelik “ekonomist” de değildi.
Tahta çıktığında Osmanlı hazinesi “tam takır, kuru bakır”durumundaydı. Yani günümüzün moda tabiriyle “ enkaz devralmıştı”.
Babasının biraz reform hevesi, biraz da yabancı devletlerin baskısı ile hazırlattığı Tanzimat Fermanını ilan etmek ona kısmet olmuştu.
Lakin ne iç isyanların, ne de dış savaşların önü alınabiliyordu.
Kavalalı Mehmet Paşanın Kütahya’ya kadar ilerleyen ordusunu İngilizler geri dönmeye ikna (!) etmişlerdi, lakin isyan sona ermemişti.
“Avrupa’nın Hasta Adamı”ndan parçalar koparmak isteyen “Avrupa'nın Sağlıklı Adamları”, Osmanlının üstüne leş kargaları gibi üşüşmüşlerdi…İngilizi, Fransızı, Avusturyalısı, Prusyalısı fırsat kolluyorlardı.
En önde gideni Ruslar oldu. Sudan bir bahane ile Eflak ve Buğdan’ı işgal ettiler.
(Not: Tarih kitaplarında hep el eleele ele alınan (çok ilginç bir ifade oldu, değil mi?) Bu iki Voyvodalıktan Eflak’ın (Orijinal ismiyle Vlaha’nın ) Güney Romanya’da olduğunu biliyordum da acaba Buğdan neredeydi ? Bükreş’teki Büyükelçiliğim sırasında Romen tarihçilere bu soruyu yönelttiğimde onların da bu isimde bir yer, bir Voyvodalık bilmediklerini öğrenince şaşırmıştım. Daha sonra anladım ki, meğer Buğdan, Romanya’nın Kuzey doğusunda, Prut Nehrinin iki tarafındaki topraklara verilen admış. Yani bizim Buğdan dediğimiz yerin orijinal adı Moldova’ymış. Bizimkiler gerçek adı yerine o bölgede bir zamanlar voyvodalık yapmış Buğdan Beyin adını ülkenin adı zannederek kullanmaya başlamışlar ve ismi de öyle kalmış).
Rusların sadece Eflak ve Buğdan ile kalmayıp Boğazları da işgal etmesinden çekinen İngiltere ve Fransa, Avrupa’nın diğer büyük devletlerine pay vermek durumunda kalmamak için yanlarına sadece Piemonte-Sardunya Krallığını da alarak (almasalar da olurdu tabii) Osmanlının yanında Rus Çarlığına savaş açtılar ve ardlarına bizi de takarak Kırım’a asker çıkardılar. Bir milyonu aşkın mevcutlu müttefik ordularına karşı Rusların 750 bin askeri arasında müthiş savaşlar yapıldı. Müttefik donanma gemileri Sivastopol’u günlerce bombaladı. karada da çok kanlı çarpışmalar oldu. Sonunda “bizim taraf” galip geldiyse de bu bir “Pirus zaferi”ydi sadece. Zira tarafların savaş meydanında bıraktıkları ölü sayısı hemen hemen eşitti. Savaşta yaralanıp sonradan hayatını kaybedenlerde ise bizim taraf mağlup sayılabilirdi. (Yaralıların İstanbul Selimiye Kışlasındaki tedavilerine yardım eden ve hastabakıcılık mesleğinin oluşmasın öncülük yapan İngiliz Florance Nightingale’i hatırladınız herhalde)
(Ara not: 1853-1856 yılları arasında üç yıl süren bu kanlı savaş hakkında bir çok romanlar yazıldı, filmler çekildi, besteler yapıldı.
Ben bunlardan en çok 1980’lerde çekilen “ Hafif Süvari Alayının Hücumu-Charge of the Light Brigade) isimli filmi severim. Filmde, ricat etmek durumunda kalan Osmanlı birliğinin bir vadide bıraktığı topları kurtarma emrini alan t600 kişilik bir İngiliz Hafif Süvari Birliğinin, binlerce asker, yüzlerce toptan müteşekkil Rus kuvveti üzerine gözünü kırpmadan yaptığı epik hücum anlatılır.
Aynı hücum hakkında Suppé’nin bestelediği “HafifSüvari Alayı Üvertürü” de (Leichte Kavaliere Overture) çok güzel ve coşkuludur.
“Kırım Savaşına dair Türk bestesi yok mu ?” diye sorarsanız…...
…….”Hasduur,
Haydiii,
Ya Allah”
diye başlayıp,
“Sivastopol önünde yatar gemiler,
Atar nizam topunu, her yer iniler…”
sözleri ile devam eden Sivastopol marşını kim hatırlamaz ki?
……………………..
Kırım Savaşı bitti. İngilizler, Fransızlar amaçlarına ulaşıp Rusya’yı durdurdular. Sonra da çekip gittiler. Ortalığı temizlemek, faturayı üstlenmek bize kaldı.
……………………
Sultan Abdülmecit Kırım Savaşından kaçan ve Ukrayna, Moldova üzerinden Romanya’ya kadar gelen Kırım Türkleri için Dobruca Bölgesinde bir şehir kurdu. Köstence’ye bağlı bu yerleşim yerine kurucusunun adına izafeten “Mecidiye” ismi verildi. Kent bugün de aynı adı taşıyor ve halkının büyük çoğunluğunu hala Kırım Türkleri oluşturuyor.
……………………
Kırım Savaşının Osmanlıya çıkardığı faturalardan biri, yine Avrupa Devletlerinin baskısıyla, ülkedeki yabancılara tanınan imtiyaz ve kolaylıkları arttıran Islahat Fermanının Savaşın hemen bitiminde (1856) ilanı teşkil etti.
Savaş masrafları da artık bardağı taşıran son damlayı oluşturmuştu.. Abdülmecit’in , “itibardan ödün vererek”, daha sonra “Ata sporu (!)” haline gelecek olan dış borç almaya yönelmekten başka çaresi kalmamıştı. Yüzlerce yıllık Osmanlı İmparatorluğu tarihinde Devlet i Ali ilk kez borçlanıyor ve yabancı devletlerin güdümüne giriyordu.
Yabancıların iç işlerimize burunlarını sokmalarına, ekonomimizi ele geçirme adımlarını atmalarına yol açan bu gelişmeler bazı kesimlerde huzursuzluk yaratmıştı. Gizli toplantılar yapıldı, planlar oluşturuldu, Devletin içine düştüğü bu durumdan kurtarmanın çaresinin Abdülmecit’i öldürüp yerine kardeşi Abdülaziz’i geçirmek olduğuna karar verildi. Harekete geçildi…..ama komplo ortaya çıktı, engellendi .Bu olay tarihe “Kuleli Vakası” olarak geçti (ki konumuz dışında kaldığından bu kez yazmayacağım, belki ileride bir başka vesile ile anlatırım).
Yetti mi? Ne münasebet.
Hemen ardından Şam’da, Beyrut’ta, Bosna’da iç isyanlar çıktı.
Yetti mi? Hayır.
Üstelik genç Sultan, babası gibi veremdi.
Şimdi siz gelip “Abdülmecit İngilizlere neden arkeolojik kazı izni verdi ?”diye sorarsanız ben sizlere daha neler anlatabilirim ki?…….
Denizlerin , karaların, ülkelerin hakimi, Alemlerin Rabbi’nin Peygamberinin Halefi ve inançlı savaşçısı, Mukaddes Şehirler Mekke, Medine ve Kudüs’ün muhafızı, Sultanlar Sultanı, Hakanlar Hakanı,….
……Sultan 2.Mahmut’un Bezmialem Sultandan olan oğlu, 9 Kadınefendi, 9 İkbal,, 4 Gözdeden 9 erkek, 21 kız evlat sahibi, oğullarından dördü Osmanlı tahtına oturan (5.Mustafa, 2.Abdülhamit, 5.Mehmet Reşat, 6.Mehmet Vahdettin), 101.İslam Halifesi ve 31.Osmanlı padişahı Sultan 1861 yılında….sadece 38 yaşındayken…….öldü.
……………….
“Bülbülün çektiği dili belası”. Becerikli bir yazarın veciz biçimde ifade edebileceği bir konuyu pehlivan tefrikası gibi uzattım da uzattım. Frene basmasam, pahallı benzinden tasarruf etmek için yokuş aşağı vitesi boşa alan sürücü misali kaptırıp daha da gideceğim. Ama söz, 6.bölümde konuyu toparlayıp noktayı koyacağım.