Sıçrayarak uyandım.
Uyuyakalıp dişçi randevumu kaçıracağım endişesiyle…
Pencereye doğru baktım. Perdenin aralığından dışarısı kapkaranlık görünüyordu.
O halk türküsündeki gibi “karşıki dağlar yıkılır” dercesine bir “oh çektim derinden. Biraz daha uyuyabilecektim.
“Küfeyi devirip” yorganın içine gömülmeden önce şeytan dürttü, başucundaki komodinin üstünde duran saate baktım.
Amanııın..saat sekiz buçuk olmuş meğerse.
Ya dışarıdaki karanlık?
Ne olacak canım, Londra'da hava yine kapalı. Mayısın sonuna yaklaşıyoruz güneş hala boykotta, “Kurkurşuni” veya “kupkurşuni” bulutlar erkenden mesaiye başlamışlar bile.
Zaten dişçiye gideceğim için asabım bozuk, bir de bu hava üstüne tüy dikiyor.
Banyo ve tuvalet işlemlerini başarıyla yerine getirdikten sonra traş olmak üzere lavabo aynasının karşısına geçtim. Korkunç derece asılmış bir surat bana bakıyor.
Pamuk Prensesin üvey anasına nazire yaparcasına “ Ayna, ayna söyle bana, var mı bu Dünyada benden beteri ?” diyeceğim ama dilim varmıyor. Asabım “pik” yapmış, moralim yerlerde sürünen Türk” gaymesi”nden farksız. Değil sakal traşı, kafayı “ asker traşına” vursam fayda etmeyecek.
Traştan vazgeçtim. Randevuyu kaçırmamak için alelacele giyinip evden çıktım.
Çıkmaz olaydım. Ayağımı dışarı atar atmaz yağmur başladı inceden. Hani o “Ahmet ıslatan” dedikleri cinsten
Artık yüzde yüz eminim…”Yağmur Tengrisi” denilen alçak, gizlendiği bulutların arasından açtığı bir delikten beni izliyor ve ne zaman ayağımı kapıdan dışarı atsam sifonu çekiyor.
Acele ile çıkarken şapka almayı da unuttuğum için kafamda trampet çalan yağmur damlacıklarının senfonisine ben de bildiğim ve o anda icat ettiğim yakası açılmadık küfürlerle iştirak ettim.
Caddenin karşısına geçmek istediğimde, her zaman olduğu gibi bu kez de “Trafik ışıklarının Tengrisi” yayalar için kırmızı ışık yaktı. Hani gazetelere geçip rezil olmayacağımı bilsem bana hep böyle yamuk yapa ışıkları gidip tekmeleyeceğim.
Yayalar için yeşil ışığın tekrar yanmasını bekledim. “Bekledim de bekledim, ulan ışık hiç mi beni sevmedim?” Sırılsıklan olmuşum o hala kırmızıda.
Caddenin karşı tarafına baktım. Ben Türk kahvesi gibi taşmaya yakın köpürüp dururken minicik bir kız sabırla ışıkların değişmesini bekliyor.
Çırpı gibi bacaklarında neredeyse dizlerine kadar uzanan konçlu çoraplar var. Gri renkli. Sonra yine gri renkte bir etek giymiş. Sırtında, göğüs cebinde armalı bir kokart bulunan, bordo renkli bir ceket. Üstünde şeffaf bir yağmurluk. Ceketindeki kokartın aynısını taşıyan bordo şapkası kıyafetini tamamlıyor.
Haa, bir de sırtında okul çantası var.
Yaşı olsa olsa 7-8. Minnacık bir kuş.
Okuluna giden bir ilk mektep öğrencisi.
Yayalara nihayet yeşil ışık yandığında ben caddenin bu tarafından, o karşı tarafından yürümeye başladık.
Yaya geçidinin ortalarında bir yerde yanyana, bir hizaya geldik. Başını kaldırıp melek yüzüyle gülümsedi….”Good morning, Sir” deyip yoluna devam etti, minik kuş.
Zınk diye durdum.
Birden bulutlar yok oldu, tüm haşmetiyle güneş açtı, günüm, gönlüm, ruhum, aydınlandı. Hayatım bir anlam kazandı. Bacak kadar çocuğun beni hiç tanımadığı halde bir gülümsemesi, bir “Günaydın Efendim” demesi hayatımı allak bullak etmişti. Etrafımda kelebekler uçuşuyordu, kulağımda kuş cıvıltıları yankılanıyordu…..
Bir de ısrarla çalan korna sesleri…..
…….Trafik ışıkları değişmesine rağmen hala mal gibi yaya geçidinin ortasında durduğumun, trafiği engellediğimin farkına ancak varabildim.
İnanmayacaksınız ama belki de ilk kez bana korna çalan otomobil sürücülerine kalayı basmadım. Utandım herhalde. Kendimden değil, çoktan gitmiş olan o minik, melek yüzlü kız çocuğundan utandım…
Yağmur hala şapkasız, şemsiyesiz sokağa çıkan ahmakları ıslatmaya devam ediyordu.
Ama beni değil….
Beni yağmurdan o minik serçenin gülümsemesi koruyordu
Islak Londra sokaklarında dişçinin muayenehanesine doğru yürümeyi sürdürdüm.
Hiç acele etmeden.
Hatta keyifle ıslık çalarak…..
Yağmurlu bir gündü…Tıpkı bugün gibi…