Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçün - E.Büyükelçi
Köşe Yazarı
Londra Mektupları - Ahmet Rıfat Ökçün - E.Büyükelçi
 

Kürkçü Dükkanı

Bodrum’da uzuuun bir yaz tatilinden sonra bazı işlerimi halletmek için birkaç günlüğüne uğradığım İstanbul ziyaretinin akabinde Londra’ya, yani “kürkçü dükkanı”na döndüm. Heathrow Havaalanında uçaktan indiğimde buz gibi hava, gök gürültüleri, şimşekler, sağanak yağmur beni karşıladı. Tatilden döndüğüm için yazlık kıyafetle “Zemheri Zürafası” gibi ortada kalıverdim. Gök gürültüleri arasında yukarlardan bir yerden kulağıma bir ses geldi, sanki…..”Türkiye’de sıcaktan, susuzlukta şikayet ediyordun ha. Al sana soğuk hava, al sana yağmur. Londra’ya hoş geldin” Ertesi sabah uyandığımda, daha doğrusu uyanamadığımda hava yine o kurşuni elbisesini giymişti. Nazım Hikmet usta, o “Hava kurşun gibi ağır” diye başlayan şiirini acaba Londra’da mi yazdı (!) diye düşünmedim değil. İlk randevuma yetişmek için süslenip püslenip alelacele evden çıktım, metroya bindim. Herkesin işe gitme saati olduğu için vagonlar dopdoluydu. Buna rağmen yolculardan biri, yaşlandığımı kafama vururcasına, kalkıp yerini verdi. Birden aklıma İstanbul’da Marmaray ile yaptığım yolculuk geldi. Kimler düşünüp yaptıysa ellerine sağlık. Müthiş bir eser çıkarmışlar ortaya. Bostancı’dan Ataköy’e 38 dakikada ulaştım. İstasyonlar bir harika. Temiz, iyi ışıklandırılmış, levhalar çok aydınlatıcı, güvenlik göze fazla batmadan etkin biçimde gerçekleştiriliyor, yürüyen merdivenler, asansörler faal durumda. Vagonlar da mükemmel. Tertemiz, oturulacak yerler rahat, anonslar Türkçe ve İngilizce, uçaklardaki  anonslar gibi nefes almadan, çabuk çabuk ve bozuk telaffuzla değil, tane tane ve anlaşılır şekilde yapılıyor. Yani Marmaray’da her şey birinci sınıf…. …..ama aynı şeyi yolcuların hepsi için söylemek kolay değil. Yaşlılar ayakta, gençler oturuyor. Kıllarını dahi kımıldatmadan ellerindeki cep telefonlarından dünyanın en önemli işlerini izliyormuş pozundalar. Üstelik duraklarda yer boşaldığında, onlar kadar hızlı  hareket  edemeyen yaşlılardan önce davranıp boş yerlere  oturuyorlar. Londra’da Metroda bana verilen yere oturduktan sonra etrafı izlemeye başladım.  İstasyonlardan birinde vagona ak saçlı, ak sakallı, beyaz entarili, başında takkesi, bir elinde tespihi, diğerinde bastonu ile epeyi yaşlı bir yolcu bindi. Oturacak yer olmadığından vagon ortasındaki sahanlıktaki tutamaklara tutunmaya çalışıyordu ki karşımda oturan siyah melon şapkalı, siyah elbiseli, başının iki tarafından siyah, uzun lüleler sarkan, 50-60 yaşlarında bir Hasidi Yahudi ayağa kalktı, ihtiyar yolcunun yanına gitti, kolundan tutarak kendi yerine oturttu. Sonra gidip vagon ortasındaki sahanlıkta ayakta durdu…   Dayanamayıp kalktım Hasidi Yahudinin yanına gittim. “Sizi tebrik ederim. Gazze’de, Lübnan’da Müslümanlar ile savaş sürerken siz kalkıp yerinizi bir Müslümana verdiniz” dedim. Gülümseyerek yüzüme baktı ve  “Sir, ben sadece yaşlı bir adama yer verdim” dedi. O zaman kafama dank etti…..insanlar kendilerinden yaşlı olanlara dinine , cinsine, rengine, milliyetine bakarak değil….İNSAN oldukları için yer veriyorlar ….medeni ülkelerde.   ……………………..   Marmaray’da hiç satıcı ya rastlamadım. İzin verilmiyor herhalde. Ama “el avuç açanlar” fink atıyorlar vagonlarda. Önce, sığınmacılardan olsa gerek, minnacık bir kız çocuğu dolaşmaya başladı vagonlarda. Boyu iki karış, yaşı olsa olsa 4, bilemediniz 5, ayakları çıplak, elindeki iki paket kağıt mendili satıyor güya. İçim parçalandı. Onu bu işe () yollayan anne-babasına, onları da buna mecbur kılan şartlara lanet okudun içimden. Ceplerimdeki bütün bozuk paraları elindeki kutuya boşalttım. Minnetle yüzüme bakarken bir paket kağıt mendil uzattı, dilenmediğini göstermek için olsa gerek. Almadım tabii. Bir iki durak ancak gitmiştik ki bu kez, yine sığınmacılardan olduğunu tahmin ettiğim bir ana-oğul belirdi sahnede, pardon vagonda. Boynuna  astığı akordeonu çalan kadının 5-6 yaşlarındaki oğlu da elindeki çanakla para toplamaya çalışıyordu. Çok patetik görünümleri vardı. Kadın sadece iki parça çalabiliyordu, son derece bozuk bir şekilde; İzmir Marşı ve Ciao Bella. Tekrar tekrar. Profesyonel müzisyen olmadığı, muhtemelen başka parça da bilmediği aşikardı. Bozukluk kalmadığından bu defa cüzdanımdan küçük bir kağıt para çıkardım. Kadın, çalmaya ara vermeden gözlerime minnetle bakıp gitti. Bir kaç durak ha gitmiş, ha gitmemiştik ki , bu defa farklı bir “el açma” yönteminde şahit oldum. Orta yaşlı bir hanım elindeki kız çocuğu resmini göstererek  evladının hastaanede olduğunu ama ameliyat parası bulmadığını trajik ses tonuyla anlatıyor  yardımda bulunulmasını istiyordu. Elimi cüzdanıma atmışken  yanımda oturan genç “Dur Abi” dedi “Bu kadın üç kağıtçı. Ne ameliyatı diye sor, hangi hastaanede diye sorgula, cevap veremeyecek. İnsanların merhamet duygusunu kullanarak para topluyor, dileniyor”. Ben gencin anlattıklarını dinlerken kadın elimdeki parayı kapıp uzaklaşmıştı bile. Arkasından bakakaldım. Yenikapı İstasyonuna gelmiştik. Vagona  Roman vatandaşlarımızdan biri kız, üçü erkek  yolcu  bindi. Erkeklerden biri klarnetini, diğeri cümbüşünü,  üçüncüsü  de darbukasını çıkardı. Başladılar mı çalmaya. Onlar  çalıyor, kız söylüyordu. Darbukacıya hayran oldum. Burhan Öçal dinlese o da beğenirdi sanırım. Kıpır  kıpır, şenlendirici, eğlendirici Roman havaları çaldılar, söylediler. Sonra sıra para toplamaya geldi. Cüzdanımdan para çıkarırken yanımda oturan gence biraz da mahcubiyetle bakarak “Hakkettiler ama” dedim. Acı acı gülümsedi. “Abi, iyi ki ilk durak Gebze’den binip son durak Halkalı’ya kadar gitmiyorsun. Bunlar seferleri ve durakları paylaşmışlar. Bu saatteki trene Gebze’den binip Pendik’e kadar para toplayanları, Pendik’ten binip Küçükyalı’ya kadar mesai (!) yapanlar izliyor.. Sonra sıra gördüklerine geliyor. Yenikapı’da binen “Bremen Mızıkacıları” Yeşilköy’de inecek, yerlerini Halkalı’ya  kadar çalışanlara teslim edecekler. Marmaray’ın başka saatlerdeki seferlerinde de başkaları çalışıyor. Kimse kimsenin seferine, bölgesine tecavüz etmez. Ne de olsa ekmek parası. Sabah gidişte, akşam dönüşte her birine para vermeye kalksan sermayeyi kediye yüklersin, bırak ‘asgari maaşı’, , ‘askeri maaş’ bile az  gelir”. Biraz durakladıktan sonra “Abi sen İstanbul’a dışardan gelmişsin herhalde. Aman dikkatli ol, ekonomik durum öyle bir hal aldı ki insanlar ne yapacaklarını şaşırdılar”. Dönüşte Marmaray’ı kullanmadığım için, benim, üç  çeyrek asır önce doğduğum İstanbul’un yabancısı olduğumu, dışarıdan geldiğimi düşünen gencin doğru mu söylediğini, yoksa abarttığını mı çözemedim. Belki  de haklıydı o genç yol arkadaşım. Dışişlerinde  çalıştığım yarım asıra yakın bir süre içinde; doğup çocukluğumu, ilk gençliğimi yaşadığım,  “bir sengine tüm Acem mülkü feda” bu şehiri , “Bu şehr i Istanbul” o kadar değişmişti ki yabancısı olmuştum. Yukarıdaki son cümleyi  yazdıktan sonra biraz düşündüm……. ……….Acaba ben mi İstanbul’un yabancısı olmuştum, yoksa İstanbul mu benim?    
Ekleme Tarihi: 20 Ekim 2024 - Pazar

Kürkçü Dükkanı

Bodrum’da uzuuun bir yaz tatilinden sonra bazı işlerimi halletmek için birkaç günlüğüne uğradığım İstanbul ziyaretinin akabinde Londra’ya, yani “kürkçü dükkanı”na döndüm.

Heathrow Havaalanında uçaktan indiğimde buz gibi hava, gök gürültüleri, şimşekler, sağanak yağmur beni karşıladı. Tatilden döndüğüm için yazlık kıyafetle “Zemheri Zürafası” gibi ortada kalıverdim. Gök gürültüleri arasında yukarlardan bir yerden kulağıma bir ses geldi, sanki…..”Türkiye’de sıcaktan, susuzlukta şikayet ediyordun ha. Al sana soğuk hava, al sana yağmur. Londra’ya hoş geldin”

Ertesi sabah uyandığımda, daha doğrusu uyanamadığımda hava yine o kurşuni elbisesini giymişti. Nazım Hikmet usta, o “Hava kurşun gibi ağır” diye başlayan şiirini acaba Londra’da mi yazdı (!) diye düşünmedim değil.

İlk randevuma yetişmek için süslenip püslenip alelacele evden çıktım, metroya bindim.

Herkesin işe gitme saati olduğu için vagonlar dopdoluydu. Buna rağmen yolculardan biri, yaşlandığımı kafama vururcasına, kalkıp yerini verdi.

Birden aklıma İstanbul’da Marmaray ile yaptığım yolculuk geldi.

Kimler düşünüp yaptıysa ellerine sağlık. Müthiş bir eser çıkarmışlar ortaya. Bostancı’dan Ataköy’e 38 dakikada ulaştım. İstasyonlar bir harika. Temiz, iyi ışıklandırılmış, levhalar çok aydınlatıcı, güvenlik göze fazla batmadan etkin biçimde gerçekleştiriliyor, yürüyen merdivenler, asansörler faal durumda.

Vagonlar da mükemmel. Tertemiz, oturulacak yerler rahat, anonslar Türkçe ve İngilizce, uçaklardaki  anonslar gibi nefes almadan, çabuk çabuk ve bozuk telaffuzla değil, tane tane ve anlaşılır şekilde yapılıyor.

Yani Marmaray’da her şey birinci sınıf….

…..ama aynı şeyi yolcuların hepsi için söylemek kolay değil.

Yaşlılar ayakta, gençler oturuyor. Kıllarını dahi kımıldatmadan ellerindeki cep telefonlarından dünyanın en önemli işlerini izliyormuş pozundalar. Üstelik duraklarda yer boşaldığında, onlar kadar hızlı  hareket  edemeyen yaşlılardan önce davranıp boş yerlere  oturuyorlar.

Londra’da Metroda bana verilen yere oturduktan sonra etrafı izlemeye başladım.  İstasyonlardan birinde vagona ak saçlı, ak sakallı, beyaz entarili, başında takkesi, bir elinde tespihi, diğerinde bastonu ile epeyi yaşlı bir yolcu bindi. Oturacak yer olmadığından vagon ortasındaki sahanlıktaki tutamaklara tutunmaya çalışıyordu ki karşımda oturan siyah melon şapkalı, siyah elbiseli, başının iki tarafından siyah, uzun lüleler sarkan, 50-60 yaşlarında bir Hasidi Yahudi ayağa kalktı, ihtiyar yolcunun yanına gitti, kolundan tutarak kendi yerine oturttu. Sonra gidip vagon ortasındaki sahanlıkta ayakta durdu…

 

Dayanamayıp kalktım Hasidi Yahudinin yanına gittim. “Sizi tebrik ederim. Gazze’de, Lübnan’da Müslümanlar ile savaş sürerken siz kalkıp yerinizi bir Müslümana verdiniz” dedim. Gülümseyerek yüzüme baktı ve  “Sir, ben sadece yaşlı bir adama yer verdim” dedi.

O zaman kafama dank etti…..insanlar kendilerinden yaşlı olanlara dinine , cinsine, rengine, milliyetine bakarak değil….İNSAN oldukları için yer veriyorlar ….medeni ülkelerde.

 

……………………..

 

Marmaray’da hiç satıcı ya rastlamadım. İzin verilmiyor herhalde.

Ama “el avuç açanlar” fink atıyorlar vagonlarda.

Önce, sığınmacılardan olsa gerek, minnacık bir kız çocuğu dolaşmaya başladı vagonlarda. Boyu iki karış, yaşı olsa olsa 4, bilemediniz 5, ayakları çıplak, elindeki iki paket kağıt mendili satıyor güya. İçim parçalandı. Onu bu işe () yollayan anne-babasına, onları da buna mecbur kılan şartlara lanet okudun içimden. Ceplerimdeki bütün bozuk paraları elindeki kutuya boşalttım. Minnetle yüzüme bakarken bir paket kağıt mendil uzattı, dilenmediğini göstermek için olsa gerek. Almadım tabii.

Bir iki durak ancak gitmiştik ki bu kez, yine sığınmacılardan olduğunu tahmin ettiğim bir ana-oğul belirdi sahnede, pardon vagonda. Boynuna  astığı akordeonu çalan kadının 5-6 yaşlarındaki oğlu da elindeki çanakla para toplamaya çalışıyordu.

Çok patetik görünümleri vardı. Kadın sadece iki parça çalabiliyordu, son derece bozuk bir şekilde; İzmir Marşı ve Ciao Bella. Tekrar tekrar. Profesyonel müzisyen olmadığı, muhtemelen başka parça da bilmediği aşikardı.

Bozukluk kalmadığından bu defa cüzdanımdan küçük bir kağıt para çıkardım.

Kadın, çalmaya ara vermeden gözlerime minnetle bakıp gitti.

Bir kaç durak ha gitmiş, ha gitmemiştik ki , bu defa farklı bir “el açma” yönteminde şahit oldum. Orta yaşlı bir hanım elindeki kız çocuğu resmini göstererek  evladının hastaanede olduğunu ama ameliyat parası bulmadığını trajik ses tonuyla anlatıyor  yardımda bulunulmasını istiyordu.

Elimi cüzdanıma atmışken  yanımda oturan genç “Dur Abi” dedi

“Bu kadın üç kağıtçı. Ne ameliyatı diye sor, hangi hastaanede diye sorgula, cevap veremeyecek. İnsanların merhamet duygusunu kullanarak para topluyor, dileniyor”.

Ben gencin anlattıklarını dinlerken kadın elimdeki parayı kapıp uzaklaşmıştı bile.

Arkasından bakakaldım.

Yenikapı İstasyonuna gelmiştik. Vagona  Roman vatandaşlarımızdan biri kız, üçü erkek  yolcu  bindi. Erkeklerden biri klarnetini, diğeri cümbüşünü,  üçüncüsü  de darbukasını çıkardı. Başladılar mı çalmaya. Onlar  çalıyor, kız söylüyordu. Darbukacıya hayran oldum. Burhan Öçal dinlese o da beğenirdi sanırım. Kıpır  kıpır, şenlendirici, eğlendirici Roman havaları çaldılar, söylediler. Sonra sıra para toplamaya geldi.

Cüzdanımdan para çıkarırken yanımda oturan gence biraz da mahcubiyetle bakarak “Hakkettiler ama” dedim. Acı acı gülümsedi. “Abi, iyi ki ilk durak Gebze’den binip son durak Halkalı’ya kadar gitmiyorsun. Bunlar seferleri ve durakları paylaşmışlar. Bu saatteki trene Gebze’den binip Pendik’e kadar para toplayanları, Pendik’ten binip Küçükyalı’ya kadar mesai (!) yapanlar izliyor.. Sonra sıra gördüklerine geliyor. Yenikapı’da binen “Bremen Mızıkacıları” Yeşilköy’de inecek, yerlerini Halkalı’ya  kadar çalışanlara teslim edecekler. Marmaray’ın başka saatlerdeki seferlerinde de başkaları çalışıyor. Kimse kimsenin seferine, bölgesine tecavüz etmez. Ne de olsa ekmek parası. Sabah gidişte, akşam dönüşte her birine para vermeye kalksan sermayeyi kediye yüklersin, bırak ‘asgari maaşı’, , ‘askeri maaş’ bile az  gelir”. Biraz durakladıktan sonra “Abi sen İstanbul’a dışardan gelmişsin herhalde. Aman dikkatli ol, ekonomik durum öyle bir hal aldı ki insanlar ne yapacaklarını şaşırdılar”.

Dönüşte Marmaray’ı kullanmadığım için, benim, üç  çeyrek asır önce doğduğum İstanbul’un yabancısı olduğumu, dışarıdan geldiğimi düşünen gencin doğru mu söylediğini, yoksa abarttığını mı çözemedim.

Belki  de haklıydı o genç yol arkadaşım. Dışişlerinde  çalıştığım yarım asıra yakın bir süre içinde; doğup çocukluğumu, ilk gençliğimi yaşadığım,  “bir sengine tüm Acem mülkü feda” bu şehiri , “Bu şehr i Istanbul” o kadar değişmişti ki yabancısı olmuştum.

Yukarıdaki son cümleyi  yazdıktan sonra biraz düşündüm…….

……….Acaba ben mi İstanbul’un yabancısı olmuştum, yoksa İstanbul mu benim?

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ulusgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.