Londra sokaklarında dolaşmaya bayılırım. Tabii, hava yağışlı olmadığı zamanlarda.
(Ara Not: Londralı yazar Erika Mitchell James, o meşhur romanına isim ararken,herhalde gökyüzüne bakmış olmalı ki kitabın adını “Grinin Elli Tonu” koymuş (!). Amaaan, şaka yapıyorum yahu. Pek tabii ki kitabı audible books’tan dinledim ve
“Grey”in neyin, kimin adı olduğunu biliyorum. Ama, yazarın, kitabın “esas oğlanı” olan adama o adı takmasının Londra semalarının durumundan esinlenmediğini kim söyleyebilir).
Kentin, iskana açılan yeni semtleri bir yana bırakılırsa, büyük bölümü 2.Dünya Savaşında Alman bombardımanı sonucu yıkılanların yerine yapılanlar hariç, asırlık binalarla dolu.
Binaların mimari tipleri, yapıldıkları dönemde İngiliz tahtında oturan kişinin adıyla anılıyor.
1714 yılında Kral 1.George ile başlayıp, 2., 3 George’lardan sonra gelen 4. George’un 1830’ da ölümüne kadar geçen süre içinde aynı mimari üslupla inşa edilen binalara “Georgian” tarzı adı veriliyor.
Ama arada kısa bir süre tarz değişmiş, sonra yeniden dönülmüş.3. Gerorge’un “deli deli, kulakları küpeli” olduğuna karar veren İngiliz Parlamentosu, başka isim bulamamış gibi adamcağızın aynı adı taktığı oğlu George’a (4.) “ Prince Regent,”,yani “Naip Prens “ olarak ülkenin idaresini vermiş. Prens de babası ölüp kendisi kral olana kadar 1811-1820 yılları arasında İngiltere’yi “Regent” yani Naip olarak yönetmiş. 8 yıllık süre içinde uygulanan mimari üsluba bu nedenle “Regency” tarzı deniliyor (Regent Parkın adı da buradan gelyor).
Derken tahta Kraliçe Victoria geçiyor. Arada 4.William var (1830-1837) lakin, mimariye katkısı olmamış. Victoria'nın tahtta oturduğu 1837-1901 yılları arasında yapılan binalara “Victorian” tarzı ismi veriliyor.
Londra’daki asırlık binaların çoğu bu tarzda.
Victoria’nın yerine geçen oğlu 7. Edward (1901-1910) mimariye yepyeni bir uygulama getiriyor…..Yeni Barok üslubunda inşa edilen binalar için “Edwardian” ismi kullanılıyor.
İzleyen krallar başka tarz geliştirmemişler. Bu nedenle “Edwardian” tarzından sonra 1920-30’larda “Art Deco” uygulaması gelmiş. Benim oturduğum bina da bu tarzda.
Bunamasına çeyrek kalmış mimarlık tarihi hocası gibi, sizlere okurken afakanlar bastıracak bu bilgileri sunmamın iki nedeni var, artık ne işinize yarayacaksa.
Birincisi, eğer Londra’ya yolunuz düşer de yapacak başka şey yokmuşçasına benim gibi sokaklarda aylak aylak dolaşırsanız göreceğiniz binaların kaç yıllık olduğunu bu bilgiler sayesinde saptayabilseksiniz.
İkincisi, yapıldıklarından bu yana aradan yıllar yıllar geçmesine rağmen bu binaların nasıl hala taş gibi ayakta kaldıklarını şaşkınlıkla gözlemleyip “yahu burası nasıl bir ülke, mimarı, mühendisi, ustası, kalfası, işçisi nasıl adamlarmış, nasıl malzeme kullanmışlar, malzemeden çalmadan nasıl bunları yapmışlar” diye düşünerek ister istemez kendi oturduğunuz binalarla mukayese yapmak imkanı bulacaksınız (veya zorunda kakacaksını). Hayal kırıklığınız zirve yapacak.
Tevekkeli değil “Asılacaksan İngiliz ipi ile asıl” ddmişler.
……………….
Bizde “alan” ve “meydan” kelimeleri aynı anlamı taşır, farkı yoktur. “Alan” öz Türkçe, “meydan” arapça kökenlidir.
İngilizcede de bu manada kullanılan iki kelime mevcut. İkisi de latince kökenli olan bu sözcükler, şekilleri farklı olan alanları/meydanları tefrik etmek için kullanılır.
Bunlardan birincisi “Circus” kelimesidir. “Circus” Latincede halka, çember, daire anlamını taşır. Etrafı çember halinde yapılarla çevrilmiş yuvarlak alanlara/meydanlara bu isim verilir: Oxford Circus,Piccadilly Circus gibi.
(Ara not:çocukluğumuzda bayıldığımız ama artık örneklerine pek rastlanmayan Sirklerin aynı adı taşımasının sebebi, yuvarlak bir çadırda, gösterilerin, seyircilerin çepeçevre oturdukları yuvarlak bir alanda yapılmasındadır).
İkincisi ise “square” tözcüğüdür. Latince “quadra” kelimesinden gelir. “Squae”in tam karşılığı “kare”dir. “Quadra” (ki bazen “rectianglum” da denir) ise dört köşesi de 90 derece dik açıya ship şekil anlamındadır. Yani, hem kare, hem de dikdörtgen şekilleri için kullanılır. Bu durumda “square” sözcüğü etrafındaki yapıların kare veya dikdörtgen oluşturduğu meydanlara verilen isim olmakta: Trafalgar Suare, Sloane Square gibi.
Bu kez de okul koridorunda karşılaşsanız yolunuzu değiştireceğiniz, tohuma kaçmış pimpirik, veya evde kalmış kız kurusu gramer hocası gibi içinize fenalıklar bastırdığımın farkındayım.
Hatta ve hatta nasıl oldu da hala “escape” tuşuna basmadığınıza hayret ediyorum.
Sizi gidiler sizi, o tuşa basmıyorsunuz zira “turpun büyüğünün heybede olduğunu” biliyor, ve ne zaman sadede geleceğimi merak ediyorsunuz.
Di mi ?
……………………
Londra’da (az da olsa ülkenin bazı şehirlerinde) güzel bir uygulama var.
Önemli kişilerin yaşadıkları veya çalıştıkları binalara plaket takılıyor. Plaketler, arada bir kahverengi veya siyah fonda da olsa genellikle açık mavi renkte, üzerindeki yazılar da beyaz. Yazıda kişinin adı yanısıra kimliği ve orada yaşadığı tarih belirtiliyor.
Uygulama 1800’lerin ortalarında İngiliz Sanat Topluluğu tarafından başlatılmış. Sonra işi Londra Belediye Konseyi üstlenmiş. Halihazırda ise yetki İngiliz Mirası Kuruluşunun..
Öyle önüne gelenin plaketini takmıyorlar. Uyulması gereken sıkı koşullar var. Kişinin ölümünden en az 20, doğumundan ise 100 yıl geçmiş bulunmalı; kişi insanlığa veya mutluluğa yaptığı katkı ile tanınmış olmalı. Finansal çevrelerden olanların yaşadıkları binalara plaket takılmıyor ( Yani Hazine ve Maliye Bakanımız Sayın Mehmet Şimşek Beyin hiç şansı yok).
Yabancılar için çok önemli bir şart daha öngörülmüş: kişinin uluslararası itibarı olmalı ve/veya kendi ülkesinde önemli ve saygın bir yeri bulunmalı.
Adaylar, İngiliz Mirası Kuruluşundaki 12 uzman tarafından ince elenip sık dokunarak inceleniyor. Bu inceleme kimi zaman üç yıla kadar uzanabiliyor. Sonunda adayların en fazla üçte biri “sınıfı geçip” kısa listeye girebiliyor. İnceleme sürdükçe sürüyor, taa ki gerçekten uygun/hakkeden kişi veya kişiler tesbit edilene kadar.
Reddedilenlere 10 yıl sonra bir başvuru hakkı daha tanınıyor.
Yani mavi plaketi elde etmek Oscar kazanmaktan çok ama çok daha zor. Sormayın bile, torpil morpil işlemiyor, “Hamili kart yakınımdır” uygulaması da burada geçmiyor.
Ama, aklınıza gelen bir başka soruyu kestirebiliyorum…………
………….”.mavi plaketliler arasında hiç Türk var mı ?”
İşte “heybedeki turpun büyüğü” de burada…..
Onu da yarınki yazıma saklıyorum…..Beni izlemeye devam edin.Azzz sonra…