“Sarı öküz Hikâyesi”ni hepimiz biliriz. Bir de ben anlatayım:
Bir zamanlar bir ormanda, bir öküz sürüsü ile aslan sürüsü yan yana yaşarmış. Öküzler besili, iştah açıcı… Aslanlar onları yemek için can atarlarmış. Ama onların her saldırısında öküzler hemen birleşip, güç birliği yaparak, sivri boynuzlarını aslanlara çevirirlermiş. Aslanlar çaresiz. Bu kuvvetli savunma karşısında arkalarına baka baka geri dönerlermiş…
Küçük hayvanlarla yetinmek zorunda kalan aslanlar, avlarının giderek azaldığını görüp, çözüm yolları aramaya başlamışlar. İçlerinde en zayıf, en güçsüz olan topal bir aslan, “Siz işi bana bırakın, ben bu sorunu çözerim demiş…”
Daha sonra yanına iki de aslan alarak, beyaz bayrakla birlikte öküzlerin yanına gitmiş. Onlarla tatlı bir dille konuşmaya başlamış:
“Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküzde. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz de kurtulun, yine barış içinde yaşayalım.”
Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz”ü vermişler. Bir tek Benekli Öküz karşı çıkmış, ama kimseye derdini anlatamamış…
Daha sonra çeşitli bahanelerle topal aslanın bu planı tekrarlanmış… Bir gün uzun kuyruklu öküzü, bir başka gün parlak, siyah renkli öküzü istemişler…
Bu isteklerin sonunda öküzler güçsüzleşmiş, azalmış, aslanların her dediğine boyun eğer duruma gelmişler… İçlerinden biri liderleri Boz Öküze sormuş: “Ne yaptık biz, nerede yanlış yaptık ki bu savaşı kaybettik?”
Bu soruya Benekli Öküz cevap vermiş. Ağlamaklı bir sesle: “Biz” demiş, “Sarı Öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı…”
Ülkemizde ise Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra verildi sarı öküz…
İktidara geçen onun yakın arkadaşları, ilk icraat olarak, Mustafa Kemal döneminde siyasetten uzaklaştırılan Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf bey, Ali Fuat Cebesoy gibi isimleri yeniden işbaşına getirdiler.
1945’lere gelindiğinde devrim yasalarının yerini dinci uygulamalar almaya başladı.
12 Temmuz 1947’de imzalanan “Truman Doktrini” ile Ata’mızın “Tam bağımsızlık ilkesi, başkalarından borç ya da yardım almaksızın kalkınma planları” bir kenara atılıyordu. Kısaca söylersek, bundan böyle Türkiye her adımını Amerika’ya sorup atacak, ona rapor verecek, kredileri onun izni olmadan, dilediği gibi kullanamayacaktı.
Böylece, kan ve can pahasına kazanılan vatanımıza, ABD, tek kurşun atmadan, elini kolunu sallaya sallaya giriyor, geleceğimiz üzerinde söz sahibi oluyordu.
Bir de bu anlaşmanın üstüne üstlük, 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri konuluyor, Demokrat Parti iktidarından önce laiklik anlayışı siyasete kurban ediliyordu.
Böylece ülkeyi karanlığa gömdüler. Bu karanlıktan, iç ve dış talan ortamından kurtulabilmek için nice canlar verildi. Katilleri de bulunamadı.
Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar, Muammer Aksoylar, Turan Dursunlar, Deniz Gezmişler göz göre göre katledildiler…
Ama yurtseverlerimiz gelen tehlikenin farkına varmadı. Sustu ve sadece seyretti…
Oysa ABD’nin ezeli ve ebedi ortakları tekkeler, tarikatlar, cemaatler, şeyhler, saman altından su yürütüyorlar, örgütleniyorlardı.
Sonra 2002’de ABD planları ile AKP iktidar oldu. Atatürkçü subaylarımızı enselerinden tutup, sabahın köründe arabalara doldurdular… Esir aldılar. Ordunun kozmik odalarına girdiler… Muhalefet seyretti. Genel Kurmay Başkanı seyretti.
Gülen Cemaati ile AKP sırt sırta verip yargıyı, emniyeti, Milli Eğitimi ele geçirdiler. Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde sınav sorularını çalıp, Kuleli’ye 500 Fethullahçı öğrenci yerleştirdiler.
Onlar günümüzde komutan, savcı, yargıç oldular. İktidar, dilediği gibi hareket etmeye başladı.
İŞİN ÖZETİ ŞU: Atamızın ölümünden sonra “Sarı öküzü kaptırmayacaktık.”