Dil, bir milletin kültürünün yapı taşlarından biridir. Dil, toplulukları millet yapan unsurların başında geliyor. Bir milletin yapısının ve ruhunun gerçek aynası olan dil, belli şartlar altında sürekli değişme ve gelişme gösterir. Türk dili, bütün diller gibi tarih boyunca birçok değişine uğradı. Bunlar, Türkçenin yapı ve işleyişini etkileyen ve dış etkilerle meydana gelen değişimlerdi. Dünyadaki bütün diller birbirinden etkilendi, bugün de etkileniyor, yarın da etkilenecek. Dolayısıyla bu etkileşimi önlemek sosyolojik açıdan mümkün görünmüyor.
21. yüzyılda kullandığımız bilgisayar ve iletişim teknolojileri hayatımızın vazgeçilmez unsurları arasında yerini aldı. Teknoloji ile birlikte gelen yabancı sözler, bilim ve teknolojinin gerekli kıldığı, yerli dilde karşılıkları bulunmayan kavram ve terimler. Türkçe ihtiyaçları karşılamak için zamana uyak uydururken dilimizi iştial eden yabancı sözlere Türkçe karşılıklar bulma konusu önem kazanıyor. Bilgisayar, iletişim, sanayi, yazılım kısaca teknolojinin her alanlarındaki kelimelerin Türkçe karşılıklarını dilimize kazandırıp kendi dil yapımızın gereği olan bir yaklaşımla bu dönüşümü sağlamalıyız.
Türkçenin var olma savaşı verdiği dönemlerin sadece teknolojinin geliştiği dönemlerle sınırlı olmadığı biliniyor. 13. yy. başlayarak Oğuz lehçesi temelli Anadolu Türkçesinin yazı dili olma ve bir ölüm kalım savaşı verdiği dönemde Âşık Paşa Garib-nâme adlı eserinde bu durumdan şöyle yakınır:
Türk diline kimsene bakmaz-idi
Türklere hergiz gönül akmaz-idi,
Türk dahi bilmez-idi ol dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri.
Türkçe, 8. yy.dan 10. yy.a kadar yazı dili geleneğine bağlı, yaşam biçimlerine ve değerlerine uyumlu bir çizgideydi. 10. yy.dan sonra Türklerin İslam medeniyetine girmeleri ile yaşayışlarında ve düşüncelerindeki değişmeler dil ve edebiyata da yansıdı. İslamiyetin kabul edilmesiyle İran ve Arap edebiyatına ait birçok eser tercüme edildi. Edebiyat tarihçisi M. Fuad Köprülü, Türk şairlerinin klasik İran ve Arap şairlerinin etkisi altında kalarak eserler vermesini şu sözlerle açıklamaktadır: “Türkler, İslam dairesine layıkıyla girdikleri sırada, Arap ve Acemlerin müşterek mahsulü olarak " Klasik bir edebiyat” ve ona dayalı olan bir takım umumî "edebiyat esasları” tekerrür etmiştir. Lisanda, vezinde, edebî şekil ve nevilerde, hayat kâinat hakkındaki telakkilerde, güzellik telakkisinde müşterek ve değişmez bir takım umdeler vardır ki, onların dışına çıkmak kabil değildir.”
İslamiyetin kabul edildiği bu dönemde din dili Arapça ve edebiyat dil Farsça idi. İslam ilimleriyle ilgili birçok yabancı kelime Türk diline yerleşti. 13. yy.dan itibaren şairlerimizin şiirlerinde Arapça ve Farsça kelime kullanmaya özen gösterdikleri, halkın konuşma dilinden uzaklaştıkları görülür. Halkın dilinden ayrı olarak toplumun yüksek zümrelerine ait ayrı bir dil ortaya çıktı. Arapça ve Farsça kelimelerin çoğunlukta olduğu eserlerin yazılmaya başlandığı bu dönemde Türkçe rağbet görmeyen bir dildi. Dilimizdeki yabancı kelimelerin sayısı gün geçtikçe artıyordu.
15. yy.dan sonra Osmanlı Devleti'nin sınırlarının genişlemesi ve üç kıtaya yayılması ile birlikte yeni bir yazı dili doğdu. Medreselerde Arapça ve Farsça eserler okutuluyordu. Saray erkânı ve aydınlar arasında Osmanlıca ve İslam medeniyeti ve kültürü önem kazanmıştı. Şairlerimiz Farsça şiir yazmakta âdeta birbirleriyle yarışıyordu. Arapça ve Farsçaya özentisinin nedeni, Osmanlı padişahlarının bu dillere ve bu dillerin edebiyat eserlerine daha fazla önem vermeleriydi. Türkçe şiir yazan bazı şairler, Türkçenin Arapça ve Farsçaya göre yetersiz ve kaba bir dil olduğunu iddia ediyorlardı. Örneğin Sarıcalı Kemal, II. Bayezid adına yazdığı Salâtinnâme adlı eserinde Türk dilinin sert ve kaba bir dil olduğunu, bundan dolayı mahcup olduğunu şöyle ifade eder:
Gel imdi nazm ile keşfeyle esrâr
Çü bülbül gülşen içre eyle güftâr
Bu Türkî dil be-gâyet sert dildir
Söz ehli işbu dilden key hacildir
Türkçecilik Akımının Temsilcileri
13. yy.dan itibaren Âşık Paşa gibi Türkçeyi savunan ve oya gibi işleyen şairlerin yanı sıra Anadolu’daki Türkmen beyleri yepyeni bir Türk dilinin ortaya çıkmasını sağladı. Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Osmanoğulları, Germiyanoğulları, İsfendiyaroğulları gibi bir Türk beyliği olan Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277’de; “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyrânda Türkî dilinden gayri dil kullanmaya”biçimindeki buyruğundan sonra Anadolu’da “Eski Anadolu Türkçesi” diye adlandırdığımız çok verimli bir dönem başladı.
Anadolu’da Beylikler dönemi sona erdikten sonra Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile Osmanlı Türkçesi dönemi başladı. “Eski Anadolu Türkçesinin” yerini Osmanlıcanın almaya başladığı 15. yy. sonu ile 16. yy. başlarında bazı şairler tarafından bilinçli bir şekilde aruz vezniyle, klasik edebiyatın kurallarına bağlı fakat sade Türkçe ile şiirler yazmaya başladı. Nihal Atsız, Osmanlı yazı diline bir tepki olarak doğan “Türkçecilik Akımı”nı şöyle ifade eder: “Acem taklidi divan edebiyatında kuvvetle yayılarak millî dil ve kültürümüzü şiddetle tehdit etmesi üzerine on beşinci asrın sonlarında dilde milliyetperverlik cereyanı baş gösterdi.”
Türk dilinin güzelliğini yansıtan şiir yazma akımı 15. yy. sonunda Aydınlı Visâlî tarafından başlatıldı ve 16. yy.da Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî tarafından devam ettirildi. Türk Edebiyatı tarihçileri Faruk Kadri Timurtaş ve Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Türkçe şiir yazma akımının sonraki yüzyıllarda devam etmemesini bu şairlerin birinci sınıf şair olamayışları ile açıklamakta ve Prof. Dr. Zeyenp Korkmaz şunları söylemektedir:
“Türkî-i Basit Akımı, dilin o devirdeki genel durumunu etkileyebilecek sürekli bir akım hâline gelememiştir. Temsilcilerinin şahısları ile birlikte sönüp gitmeye mahkûm olmuştur. Bunun başlıca sebebi henüz o devrin klâsik dil ve sanat anlayışını sarsacak elverişli bir ortamının yaratılmamış ve bu akımı devam ettirebilecek güçlü temsilcilerin yetişmemiş olmasıdır.”
“Türkî-i Basit Akımı”nın temsilcileri yazdıkları şiirler, sanatları ve eserleriyle Türkçenin sadeliği ve duruluğunun kaybolduğu “Klasik Osmanlıca” dönemine, dildeki Arapça ve Farsça hâkimiyetine tepkilerini ortaya koymuşlardı.
15. yy.dan sonra dilimize giren Arapça ve Farsça kelime ve terkiplere tepki gösterenlerden şair Tatavlalı Mahremî, Türkçecilik akımın önde gelen şairlerindendi. Aruz vezni ile ve sade bir Türkçe ile şiir yazan Mahremî’nin Basitnâme adlı bir eseri de vardır. Fuat Köprülü, Mahremî ile ilgili görüşleri şöyledir : “Mahremî halkın kendi zevkine, ruhuna yakın eserlere verdiği kıymeti görerek bunun sebebini tahlil ve takdir ettikten sonra Türkî-i Basit ile yazmak fikrine düştü.”
Edirneli Nazmi’nin Divan’ı ilk defa Fuat Köprülü tarafından bulunmuş ve ilim âlemine tanıtılmıştır. Nazmi’nin Türkî-i Basit, yani sade ve terkipsiz Türkçe ile şiirler yazdığından tezkireciler ve edebiyatçılar bahsetmemektedir. Fuat Köprülü bu konuda şunları söyler : “Bir divan teşkil edecek kadar çok olan bu şiirleri görmemeleri önemsemediklerindendir. Hâlbuki bu sırada edebiyat âleminde böyle bir modanın mevcut olduğu Mahremî’nin 16. asrın başında yazmış oluğu -basit-nâme-’den anlayabiliyoruz.”
Fuad Köprülü Edirneli Nazmi’nin Divanı’nın çeşitli bölümlerini (1 kaside, 1 müstezat, 9 murabba, 2 muhammes, 269 gazel, 56 müfred ve 55 beyitlik mevizacı toplam 286 manzumeyi) bir araya getirerek eski harflerle Divan-ı Türkî-i Basit adıyla yayımlamıştır.
Türkçecilik akımı Tanzimat döneminde de bazı âlimler tarafından gündeme getirildi. Osmanlı Devleti’nin 1839 Tanzimat hareketiyle başlayan Batı’ya yöneliş döneminde sadece sosyal ve ekonomi alanında ıslahat değil Osmanlı Türkçesinde de “sadeleşme” anlayışı hâkim olmuştu.
1862-1863’lerde Münif Paşa ve Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahundzade’nin dile getirdiği “Türkçede ıslah ve inkılap” konusu, sonraki dönemde Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavî gibi aydınlar tarafından hararetle tartışıldı ve yeni yazı biçimleri denendi.
II. Abdülhamit dönemi vezirlerinden Köse Râif Paşa’nın oğlu ve şair İhsan Râif Hanım’ın ağabeyi olan Fuat Köserâif (1872-1949), dilde Türkçeciliğin öncülerinden biriydi. Galatasaray Sultanisinde ve Almanya’da tahsil görmüş, orada sivil ve askerî okullarda okumuş, 1893’te Türkiye’ye dönünce yüzbaşı rütbesiyle orduya katılmıştı. Yurda döndüğünde Necib Âsım, Veled Çelebi ve Mehmet Emin gibi Türkçülerle tanışmış ve özellikle dil konularına ilgi göstermişti. 1895’li yıllarda İkdam gazetesinde “dilde tasfiyecilik” konusunda çeşitli yazılar yazdı.
1910-1912 yıllarında Selanik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisi, “Millî Edebiyat Akımı”nın öncüsü oldu. İkinci cildinden itibaren İttihat ve Terakki desteğiyle yayınlanan dergi, millî edebiyatın oluşması için önce dilde sadeleşme gerektiğini savundu. Dergi, 2. cildinin Nisan 1911 tarihli ilk sayısında başlatılan "Yeni Lisan" adlı dil hareketiyle tanındı. II. Meşrutiyet dönemi Türkçülük (Türk Milliyetçiliği) akımının en önemli yayınlarından biri olan ve 33 sayı yayınlanan Genç Kalemler dergisinin imtiyaz sahibi Nesimi Sarım Bey, başyazarı Ali Canip Bey’di. Dergide “Yeni Lisan” hareketinin önde gelen savunucuları Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’di. Bu genç kadro, kısa zamanda Türkçülük hareketini önce dil alanında sonra edebiyat alanında daha sonra da siyasî alanda yaymaya çalıştı.