Acılı günlerden geçiyoruz. Birlik olacağımız bugünlerde “sen”, “ben” deyip duruyoruz.
Birlikte hayatlarını kaybedenlere rahmet, geride kalanlara başsağlığı, yaralılarımıza şifa dileyeceğimize bu insanlık icabı görevde de “sen”, “ben”liğe teslim oluyoruz.
Canlarını kaybedenlere rahmet, geride kalanlara sabır, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum.
“Türkiye bir şeyleri bekliyor. Neyi bekliyor? Aslında cevabı hiç kimse tam olarak bilmiyor, söyleyemiyor, ya da umudu kesmiş durumda. Ama her zaman beklenen bir şeyler var. İnsan hakları, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü gibi. Ülkemiz için hızlı ve etkin bir değişim gerekli. Bu kökten değişim insanımızın öncelikle kendisiyle ve içinde yaşadığı toplumla barışmasını gerektiriyor. Hemen her şeyden korkan ve korkunun büyüttüğü öfke dolu bir toplumun, beklentilerini gerçekleştirmesi giderek güçleşmektedir. Anlaşılan bize yeni bir yaşam biçimi gerekli.
Zaman zaman gündeme gelen hoşgörü ve uzlaşma çağrıları ya görmezden geliniyor ya da örtülü bir tehdit kaynağı olarak algılanıyor. Oysa Anadolu, yani yüzyıllardır üzerinde yaşadığımız topraklar insanlığın varoluşundan bu yana büyük gerilimlere neden olmaksızın herkesin farklı inançlar ve farklı kültürlerle bir arada yaşama imkanı vermiştir.
Ne yapmalıyız, giderek küreselleşen dünyada Türk insanının yeri ne olacak? Küreselleşen ve yükselen liberal değerler tarihin sonunu mu işaret ediyor? Yoksa bu gelişim de kendinden öncekiler gibi yeni açılımların bir başlangıcı mı? Anadolu ve üzerinde hüküm süren devletler yüzyıllar boyu benzer bir karmaşa ortamı içinde yaşadı. Bu devletler bu yaşam biçimindeki farklılıklara rağmen hoşgörü ile birlikte yaşadılar. Herkesi ve her düşünceyi olduğu gibi kabul ederek uzlaşma içinde bir arada yaşamak…İnsanlığın tek bir iyi ve tek bir doğru üzerinde uzlaşması yeryüzünde tek bir insan kalana dek mümkün değildir. Yaşayan ne kadar birey varsa o kadar iyi ve doğru oluğunu kabul etmeliyiz. O halde yapılması gereken faklı veya aykırı düşünceleri keskinleştirerek çatışmaya neden olacak bir ortam yaratmamak. Tam aksine asgari müştereklerde buluşarak uzlaştırıcı bir ortam içinde sorunları zamana yayarak birlikte yaşama biçimler aramak olmalıdır.
Toplumumuzda arzulanan, değişime ve hoşgörüye açık bir yönetimdir. Olayları uzlaşma içinde değerlendirmek, toplumun tüm kesimleri ile konuşarak ve tartışarak çözümler getirmek yerine, yalnız kişisel muhakeme ve akıl sınırları içinde yaşamak, benim bildiğim doğrudur gibi bir tutum içinde olmak, sorunları büyütmekten ve toplumun katmanları arasında öfke ve korku arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Çözüm üretilmesi gereken bir diğer mesele ise her sorunu kişisel zaman ve çaba harcayarak tartışma ve birlikte çözüme ulaştırma yerine, kabul veya ret anlamına gelen hukuka ve temel haklar dünyasına aktarma düşüncesidir. Anlaşmazlıkları yaratan ve keskinleştirenlerin kişisel sorumlulukları dışında ve çaba sarfetmeksizin olaylara seyirci kalma istekleri, böyle bir düşüncenin gündeme gelmesine neden olmaktadır. Özellikle yönetici ve topluma öncülük yapmaya çalışan ve kendilerini ilerici olarak niteleyen insanlar, tek görüş kaynaklı ısrarcı tutumlarından vazgeçmeli ve kamuoyu önündeki tartışmalarını birlikte çözüme ulaştırma çabasına dönüştürebilmelidirler. Keskinleşmenin kişiye ve topluma faydası yoktur. Eskilerin söylediği gibi köprüleri onarılmaz biçimde atmanın, gemileri yakmanın çağımız düşüncesi içinde yeri yoktur.
Zaman zaman kişisel tartışmaların ve ticari ilişkilerin çatışması ile rakip medya kuruluşlarının, menfaatleri gündeme geldiği bir ortamda, medyanın birlik içerisinde tümden doğruları savunduğuna kim inanabilir? Kendi özel yaşamlarını tartışma dışı tutan bir medyanın başkalarının özel yaşamını bilgi edinme hakkı adı altında, üstelik yargılayıp suçlayarak topluma sunması ne derece doğrudur? Uzlaşarak birlikte yaşama hakkı için öncelikle çözülmesi gereken bir konu da bu değil midir?
Bağımsız yargı dışında hiç kimsenin ve hiçbir kurumun kişileri ve toplumları kendi görüşleri ve kabulleri doğrultusunda yargılaması ve mahküm etmesi kabul edilemez bir tutumdur. Bu tutum toplumsal sorunları çözüme kavuşturmaktan ziyade olayları ve davranışları keskinleştirmeye, toplumun geniş bir kesimine yayılmış olan korku ve ezilmişlik duygusunun pekişmesine neden olmaktadır. İçinde yaşadığımız toplumun öfkesini arttırmaya yönelik bu olumsuz çabalar, sosyal bir patlamanın eşiğinde olduğumuz gerçeğini göz ardı etmektedir. Bu topraklar üzerinde yaşayan hiç kimsenin sosyal bir patlamanın getireceği anarşinin yaratacağı kaosun dışında kalabileceğini düşünemeyiz. O halde hepimiz çok daha akıllı olmaya mecburuz.
Ülkemizi yeni bir yaşam biçimine geçirecek kadrolara aciliyetle ihtiyaç vardır. Bu kadroların görevi kararlılıkla, akılcı ve çağdaş hedefe yönelik siyaset olmalıdır. Öfkenin ve utancın istismar edildiği kavgacı bir toplumdan, hoş görünün, kabul edilmişliğin ve gururun egemen olduğu küreselleşen bir topluma geçmek için gereken çabaları gösterecek bir yapılanmaya gereksinim duyuyoruz. Türkiye’nin öncelikleri ve hedefleri açıktır. Çağdaş gelişmişlik seviyesine ulaşmak…”