“…ülkede, Avrupalıların anladığı anlamda üst düzeyde politika yapılmıyordu. Politika denen şey, kişilerin kendilerine bir makam kendilerine bir makam elde etmek için, ülke çıkarlarını öne sürdükleri çeşitli entrikalardan ibaretti. Politika demek kariyer demekti. O zamanlar (ülkede) politika yapmanın iki yolu vardı diyebiliriz; ya –bazılarının yaptığı gibi- politikayı küçümsemek, ama bir yandan da o durumu değiştirmek için çaba harcamamak ya da –çoğunluğun yaptığı gibi- o durumdan çıkar sağlamak. Siyasal partiler birtakım ideallere ya da fikir birliğine değil, liderlere bağlılığa dayanan bir hiyerarşı oluşturuyorlardı. Sayıları zaten az olan politikacılar ya muhafazakardılar ya da liberal; aslında daha çok falanın ya da filanın yandaşı, partinin neferiydiler.”
Yanıldınız sevgili okuyucular, yukarıdaki satırlar Türkiye’deki siyasi hayatı anlatmıyor. Ne kadar da ülkemizdeki tablo değil mi?
Size, bundan 150 yıl önceki İspanya’daki siyasi hayattan bir kesit sundum. Bu İspanyol tarihçi Jorge Ventura’nın o çağda ülkesinin siyasal yaşamına getirdiği bir tanımdı.
Jorge Ventura devamla; “….yandaş veya politika neferleri aslında caciquismo denen olgudu bu. Restorasyon İspanya’sında büyük önem kazanan cacique’ler kırsal niteliklerini henüz koruyan bir toplumda görülen türden, bir çeşit köy ağasıydılar. politika sahnesinde yükselmeleri politik düşüncelerinin geçerliliğinden çok, taşrada toprak mülkiyetinden kaynaklanan nüfuzlarından ötürüydü. Sonuç siyasal yaşamın yozlaşması, demokrasinin gereği olan siyasal partilerin de krallık rejimi gibi, güvenilirliklerini yitirmeleri oldu.” diyor tanımlamalarında.
1873 yılı İspanya’sı, 2023 yılının Türkiye’si, değerlendirmeyi varın bir düşünün. 150 yıl demek ki ülkemin insanına, bir şey katmamış.
Aynı çıkar kaygısı, aynı hodbinlik, aynı yandaşlık, aynı nüfuz ticareti. 150 yıl değil, 350 yıl geçse de, bu eğitimle, bu ekonomi ile, bu çıkar hırsıyla, bu yanlış inanç değerleriyle, bugün değil Avrupa’nın diğer ülkelerine, bu ülkelere kıyasla daha geri bir İspanya’nın dahi gerisinde kalırız.
İspanya tarihini incelersek görürüz ki, bu ülkeye değer katan, 1781-1832 yılları arasında yaşamış bir Alman filozofu, bilim adamı, tarihçi Christian Friedrich Krause. Krause’nin, insanın iradesini nasıl yönlendirebileceği konusundaki tezi, başta İspanya olmak üzere bugünkü Avrupa’yı yaratmıştır.
Krause’nin, “Krausizm” teorisi, “İstenç duyarlık ve anlığa egemendir. Tinin, bir işlevi olarak, Ben’in kendini belirlemesini sağlar. İstencin en son ereği, iyinin yasasını gerçekleştirmektir. İnsan istenç, duygu ve düşünce yetileri ile, tanrısal varoluşun kesinliğine ulaşır. İnsanın gerçekleştirmesi gereken tanrısal yaşama benzer bir yaşamdır. Tanrısal iyi ile içsel bir bütünlüğü amaçlamak, ahlakın ve dinlerin temelidir. Kişi, bütünün bir bölümü olduğundan, bu bütünlüğe yalnız başına ulaşmaz. Toplum ve kurumlan bu gereksinmeyi karşılamak içindir.
Ona göre, insanlığın gelişimi üç aşamalıdır. Bütünlük evresinde birey bütüne bağlı, onunla uyumludur. Benlik aşamasındaysa, kendi kimliğini belirlemek için bütünle çelişkiye düşer. Kötülükler bu evrenin ürünüdürler. Üçüncü aşamada, belirlenmiş ben ve bütün yeniden bir uyum sağlarlar.”
Yani, kainatın bir parçası insan, ruhunda taşıdığı iradesi, duygu ve düşüncesi ile hakikatin bütününe dahildir. Hakikatin iyiliği ile bütünleşebilen insan, hakikatin bütünlüğüne, -filozof burada Tanrı’nın istediği insan, kendisine yakın olur fikrini kastediyor- ulaşır. Bu husus da ahlakın ve dinin temelidir. İnsan bedendeki nefis ile, bu bütünlüğe aykırı davranırsa kötülüğü oluşturur. Nefsine hakim olursa, beden hakikatin bütünlüğüne – Tanrısal bütünlüğe- uyum sağlar.
Bundan 1400 yıl önce İslam Peygamberinin ortaya koyduğu da zaten bundan başka bir şey değildi. Ancak bugün ülkemde insan, bırakın 1400 yılı, 150 yılki güzelliği, olgunluğu, anlayışı, en önemlisi sevgi duygusunu taşıyamamaktadır.
Neyse biz başlıktaki “Siyasetçi kimdir…? sorusuna dönelim.
Siyasetçi yukarıda betimlemeye çalıştığım özellikleri taşıyan insandır. Siyasetçinin hedefi iktidardır, ama iktidara yukarıdaki erdemlerle ulaşmalıdır. Özetle “iktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı bulunmayanlara verilmelidir.”