Bir zamanlar hepimiz çocuktuk. Çimlerde çıplak ayakla koşmak, su birikintilerine basmak, yağmurda ıslanmak bizim için tarifsiz bir mutluluktu. Kalplerimizde neşe vardı, kahkahalarımız hesapsızdı. Hayatın her köşesi bir macera, her soru yeni bir keşifti. Küçük şeylerle mutlu olabilir, dünyayı kocaman bir oyun alanı gibi görebilirdik. Ama sonra bir şeyler değişti…
Çocukken hepimize aynı soru sorulurdu: “Büyüyünce ne olacaksın?” Astronot olmak isteyen de vardı, ressam, şair, gezgin ya da dansçı olmak isteyen de… Hayaller sonsuzdu. Kimse bunun yanlış olduğunu söylemezdi. Ama zamanla farklı şeyler duymaya başladık: "Öyle meslek mi olur?" "Para kazanamazsın, aç kalırsın!" "Sınavları geç, işe gir, düzenini kur…"
Toplum bize büyümemiz gerektiğini söyledi. “Artık çocuk değilsin.” dediler. “Daha sorumlu ol, daha ciddi ol.” O hayalleriyle yaşayan çocuk yavaş yavaş sustu. Önce hayallerimiz küçüldü, sonra korkularımız büyüdü.
Bir sabah uyandığımızda, içimizde o çocuk çoktan yorulmuştu. Ama gerçekten kayboldu mu, yoksa biz onu duymayı mı bıraktık? Çocukken hepimize aynı soru sorulurdu: “Büyüyünce ne olacaksın?” O an ne istiyorsak söylerdik, kimse yadırgamazdı. Astronot olmak isterdik, ressam, yazar, dansçı… Ama büyüdükçe bu soruların ardındaki asıl gerçek ortaya çıktı. “Gerçekçi olmalısın.” dediler. “Hayat hayal kurarak geçmez.” Böylece çocukluğumuzdan kalan en değerli şeyleri birer birer kaybettik.
Bazen bir sabah uyanırsınız ve aynada gördüğünüz yüz size yabancı gelir. Kim olduğunuzu hatırlamaya çalışırsınız ama cevap yoktur. Çünkü o çocukluk hayallerinizin üzerine yılların tozu çoktan çökmüştür. Peki, o tozları silmeye cesaretiniz var mı?
Hayat bize öğretilmiş doğruların gölgesinde yaşamamız gerektiğini fısıldadı hep. “Sınavları geçmelisin, iyi bir iş bulmalısın, ev almalısın, evlenmelisin…” Ama içimizdeki çocuk bunları hiç istememişti ki? Biz sadece mutlu olmak istemiştik.
Zaman geçtikçe, toplumun yüklediği sorumluluklar içimizi ağırlaştırdı. Belki de en büyük kaybımız, hayata heyecanla bakmayı bırakmamız oldu. Şimdi kendimize soralım: “En son ne zaman gerçekten güldüm?”
İçimizdeki çocuğu kaybettiğimizde, aslında hayatın rengini de kaybettik. Daha çok çalıştık, daha çok çabaladık ama içimizde hep bir eksiklik vardı. Hiçbir şey bizi tam anlamıyla mutlu etmemeye başladı. Her sabah gözlerinizi açıp bir rutinin içinde kaybolduğunuzda, bir şeylerin eksik olduğunu hissedersiniz. Ama ne olduğunu bilemezsiniz. O eksiklik, içimizdeki çocuğun sessiz çığlığıdır. Size bir zamanlar kim olduğunuzu hatırlatmaya çalışıyordur. Çünkü içimizdeki çocuğu kaybetmek, sadece hayal kurmamayı öğrenmek değildir. Aynı zamanda küçük şeylerle mutlu olmayı da unutmaktır. Bir gün, bir şarkının bizi eskisi kadar mutlu etmediğini fark ederiz. Bir gün, en sevdiğimiz yemeğin tadı bile eksik gelir. İşte o an anlarız: Çocukluğumuzu değil, hayata duyduğumuz heyecanı kaybetmişizdir.
Peki, o çocuğu geri getirmek mümkün mü? Evet, mümkün. Ama önce durup gerçekten düşünmemiz gerek. En son ne zaman içimizdeki çocuğa kulak verdik? Ne zaman sadece mutlu olmak için bir şey yaptık?
İçimizdeki çocuğu geri getirmek için şunları yapabiliriz: Küçük şeylerden keyif almayı yeniden öğrenmek, toplumun beklentilerini bir kenara bırakıp gerçekten ne istediğimizi sormak, başarısız olmaktan korkmamak, sadece anı yaşamak, yarın için endişelenmemek. Ve belki de en önemlisi: Hayatın sadece iş, para ve kariyer olmadığını hatırlamak.
Bir gün kaybettiğimiz çocuğu tekrar bulduğumuzda, belki de en büyük özgürlüğümüzü de geri kazanacağız: Gerçek mutluluğu.
Denemeye ne dersiniz?